Atatürk İlke ve İnkılaplarının AB Süreci İçindeki Yeri, TOBB Üniversitesi, Ankara, 15 Aralık 2005

ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARININ

AB SÜRECİNDEKİ YERİ

TOBB Üniversitesi, Ankara, 15 Aralık 2005

Giriş

            Atatürk ilke ve inkılapları, zaman zaman maalesef çok katı ve tutucu bir biçimde yorumlanmakta ve Atatürk dogmalar üreten bir öndermiş gibi takdim edilmeye çalışılmaktadır. Atatürk’ün herhangi bir konuda söylemiş olduğu bir sözü, hangi bağlamda söylediğine bakmaksızın, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini Atatürkçülük testine tabi tutmak bence bizi yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Her şeyden önce Atatürkçülüğü bir din olarak görmemek gerekir. Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri onun pragmatik bir lider olmasıdır. Bu nedenle, söylediklerini veya yazdıklarını bugün aynen uygulamaya çalışmak yerine, “Atatürk bugün sağ olsaydı bu durumda ne yapardı?” onu anlamaya çalışmamız gerekir.

            Ben bugünkü konumuzu işlerken, önce Türkiye’nin AB’ye katılma sürecinde yerine getirmek zorunda olduğu koşulların Atatürk ilkeleriyle bağdaşmaz bir yönü bulunup bulunmadığını; sonra da,  bu mukayesenin sırasını tersine çevirerek, Atatürk ilkelerinin AB süreciyle bağdaşmaz yanları bulunup bulunmadığını sizlerle birlikte incelemeye çalışacağım.

Kopenhag kriterleri

            Önce, AB’ye katılım sürecinin ön koşullarını önceleyelim. Bir ülkenin AB’ye katılabilmesinin en önemli ön koşulu Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmiş olmasıdır.

            Kopenhag kriterleri, aslında, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlıklarına kavuşan Baltık ülkeleri ile, Sovyet zamanında Varşova Paktı üyesi olan Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için getirilmişti. Bu ülkelerde hukukun üstünlüğü, insan hakları, temel hak ve özgürlükler gibi kavramların Batı standartlarının çok altında olduğu bilinmekteydi. Bu ülkelerin AB’ye alınmalarının Avrupa’nın güvenlik ve istikrarına katkısı olacağı düşünüldüğünden,  onlarla müzakereye başlanabilmesi için bir dizi ön koşul geliştirildi. Bu ön koşullar  AB’nin 22 haziran 1992 de Kopenhag’ta yapılan zirvesinde kabul edildiği için adına Kopenhag kriterleri denilmektedir. Türkiye’nin de bu kurallara tabi olması, Türkiye’nin AB’ye katılımının, söz konusu Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin üye olmasından sonraya kalmış olmasından kaynaklanmaktadır.

            Burada bir ayrıntıya açıklık getirmek yararlı olacaktır. 1981 yılında Yunanistan AB’ye veya o zamanki yaygın adıyla Avrupa Ortak Pazarına alınırken Türkiye’ye de Ortak Pazar’a girme çağrısı yapılmıştır. O zamanki siyasi irade, “Onlar ortak, biz Pazar” yaklaşımını benimsediği için bu çağrıya icabet etmemiştir. Etmiş olsaydı, Kopenhag kriterleri Türkiye’nin karşısına acaba çıkarılmayacak mıydı? Adı Kopenhag kriterleri olarak konulmamış olmakla birlikte, bir ülkenin Avrupa Ekonomik topluluğuna katılabilmesi için demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin yaygın biçimde kullanılıyor olması kuralları her zaman geçerli idi. Demokratik bir rejimle yönetilmeyen bir ülke, Kopenhag kriterleri kabul edilmeden önce de, Avrupa Birliğine alınmazdı. Ancak, Türkiye o tarihte gerekli siyasi iradeyi ortaya koyabilmiş olsa idi, eksikliklerini o tarihte de tamamlayabilir, Yunanistan’la birlikte 1981 de AB’ye girebilir, AB’nin yapısal değişim için tahsis ettiği büyük mali destekten çok daha geniş oranda yararlanabilir ve şimdi karşılaştığı sorunların birçoğu ile karşılaşmadan yoluna devam edebilirdi. 1981 yılında Türkiye’nin çok büyük bir fırsat kaçırmış olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bu kısa parantezi kapatarak şimdi tekrar Kopenhag kriterlerine dönelim. Türk kamu oyunu uzun süredir çok yakından ilgilendiren Kopenhag siyasi kriterleri, aslında kısa bir cümleden ibarettir ve şu dört unsuru içermektedir:

–         Demokrasiyle güvence altına alınmış istikrarlı bir kurumsal yapı,

–         hukukun üstünlüğü,

–          insan hakları,

–          azınlık haklarına saygı

Şimdi, bu kavramların Atatürk ilkelerinde de var olup olmadıklarına bakalım. Bu kavramlardan bazıları Atatürk ilkelerinin tamamen aynidir. Bazıları da Atatürk ilkelerinin içinde mündemiçtir.

Önce demokrasiyle güvence altına alınmış istikrarlı kurumsal  yapı kavramını ele alalım. Bu kelimelerle ifade edilmese dahi, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet, tam böyle bir kurumsal yapıdır. Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti, tek partili bir demokrasi olduğu için kurumsal yapıda eksiklikler vardı. 1930 ların başında Serbest Fırka’nın kurulmasıyla, bu eksikliğin tamamlanması yolunda çekingen ve mütevazı bir adım atılmış oldu. O günkü koşullar, demokrasi alanında daha ileri bir adım atılmasını riskli kılıyordu ve belki Cumhuriyetin bekasını tehdit edebilirdi.

Demokrasi boyutu bugünkü normlara birebir uymasa bile, Atatürk’ün demokrasiye yani halkın iradesine verdiği önem daha Erzurum Kongresinden beri bariz bir şekilde görünmektedir. Önce Erzurum Kongresine seçilmiş bir temsilci olarak katılmıyor olması sorun yaratabileceği için, Erzurum Milletvekili Cevat Dursunoğlu Kongre delegeliğinden istifa etmiş, Mustafa Kemal Paşa onun yerine seçilmiş ve demokratik usullere uyulması konusundaki bu şekli eksiklik telafi edilmiştir.

O tarihte yürürlükte olan Dernekler Yasasına göre oluşturulmuş olan  Şarki Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, Erzurum Valiliğine verdiği bir dilekçe ile, toplantının yapıldığını bildirmiş ve kongre sona erdikten sonra bu kongre adına hareket edebilecek bir temsil heyeti (Heyet-i Temsiliye) oluşturularak Askerlikten Müstafi, Sabık Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın bu temsil heyetine Başkan seçilmiş olduğu bildirilmiştir. Bir ayrıntı gibi görünen bu bilginin önemi şuradan kaynaklanmaktadır: Bu Heyet-i Temsiliye hiç toplanmamıştır. Fakat Atatürk, o tarihten sonra Anadolu Hareketi çerçevesinde imzaladığı tüm belgeleri, Heyet-i Temsiliye’nin başkanı sıfatıyla imzalamıştır ve “Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal” unvanını kullanmaya büyük özen göstermiştir. O günkü zor ve riskli koşullarda bu özen, gücünü halktan almaya, yani demokrasiye, verdiği önemin bir göstergesidir.

            Hukukun üstünlüğü” kavramı da Atatürk ilkeleri arasında ayrıca zikredilen bir kavram olmamakla birlikte, Atatürk’ün hukukun üstünlüğüne gösterdiği özen hiçbir zaman tartışma konusu olmamıştır.

            “İnsan hakları” ve azınlık haklarına saygı” kavramları Atatürk’ün yaşadığı dönemde, bugünkünden farklı anlamlar ifade ediyordu. Buna rağmen o dönemde Türkiye Cumhuriyeti, bu kavramlarını içini en iyi dolduran ülkeler arasında sayılıyordu. Lozan Andlaşmasıyla Türkiye’deki gayri Müslim azınlıklara sağlanan haklar bunun en somut örnekleriydi. Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Teşkilatının o tarihteki versiyonu olan MilletlerCemiyeti’ne katılmak için davet edilmesi de, Türkiye’nin o tarihte uluslararası camianın saygın bir üyesi olarak görülmesi için gereken koşulları yerine getirmiş olduğunun bir göstergesidir.

Atatürk ilkeleri

Atatürk ilkelerinin bir bölümü, kurtuluş savaşının başlatıcısı ve yürütücüsü olan Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin ad değiştirmesi suretiyle ortaya çıkan Cumhuriyet Halk Partisinin altı oku ile temsil edilmektedir. Bu ilkeler şunlardır:

  • Laiklik
  • Cumhuriyetçilik
  • Halkçılık
  • Milliyetçilik
  • Devletçilik
  • Devrimcilik

Laiklik Avrupa Birliğinin ilkeleri arasında yoktur. İngiltere ve Yunanistan başta olmak üzere bazı AB üyesi ülkelerin laik devlet olmadıkları ve kendilerini öyle tanımlamadıkları da bilinmektedir. Avrupa Anayasasını kaleme almak için oluşturulan Avrupa Kurultayı (Convention)’nın toplantılarında, bazı katılımcılar, Avrupa kültürünün temelinde Musevi ve Hıristiyan (Judeo-Christian) kültürünün yattığı yolundaki ibarenin Anayasaya girmesi için büyük çaba sarf etmişlerdi. Böyle bir ibarenin Anayasaya girmesi halinde nüfusunun çok büyük bir bölümü Müslüman olan Türkiye’nin AB’ye alınmasında ek zorluklar çıkacağı için, Türkiye bu çabalara karşı çıkmıştır. Sonuçta başta Fransa olmak üzere laik geleneğe sahip bazı ülkelerin de karşı çıkmasıyla bu öneri reddedilmiştir.

Burada altı çizilmesi gereken önemli bir husus şudur: Türkiye, ancak laik bir ülke olduğu takdirde AB bünyesinde kendisine bir yer bulacaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman laiklik, Türkiye’nin AB’ye alınmasının en önemli kolaylaştırıcı unsurlarından biridir.

         Cumhuriyetçilik, Atatürk ilkeleri bağlamında, saltanatın geri gelmesinin reddi anlamına  gelmektedir. Saltanat iskat edildikten sonra, halkı devletin sahibi haline getirmek için bir kurumsal çerçeveye ihtiyaç vardı. Cumhuriyet ve bir siyasi ilke olarak cumhuriyetçilik işte bu kurumsal çerçeveyi teşkil etmektedir. Cumhuriyetle yönetilen AB ülkelerinde ve hatta krallıkla yönetilen ülkelerde esasen mevcut olan bir anlayış, Atatürkçülüğün bu ilkesi sayesinde Türk toplumuna da getirilmiş olmaktadır.

             Halkçılık da, Atatürk ilkeleri bağlamında,  saray yönetimi yerine halk yönetimi anlamında kullanılmaktadır. Milli mücadeleyi yürüten ve kazanan kitle, sivil ve asker bürokratların yönetimindeki halktı. Bugün demokrasi olarak niteleyeceğimiz kavramı, 1930 ların Türkiye’sinde halkçılık daha iyi anlatıyordu. Bu anlamıyla halkçılık, AB’nin ilkeleriyle sadece gayet iyi bağdaşmakla kalmamakta, ayni zamanda, AB sürecinin önemli bir ön koşulu olarak ortaya çıkmaktadır.

            Atatürk ilkeleri bağlamında Milliyetçilik, ümmetçiliğin karşıtı anlamında kullanılmaktadır. Yoksa, iki dünya savaşı arasındaki dönemde İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan nasyonal sosyalizmdeki anlamda bir milliyetçilik değildir. Atatürk milliyetçiliği, Almanya’da olduğu gibi Alman ırkını öteki ırklardan üstün gören, başka bir deyişle ulusu ayrıştıran değil, aksine, birleştiren ve bütünleştiren bir kavramdır. Atatürk milliyetçiliği, dağılmış bir imparatorluğun küllerinden bir ulus çıkarma, ulus inşa etme (nation-building) çabasıdır.

            Devletçilik de bir özel sektör karşıtlığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Nitekim, Atatürk, Afet İnan’a dikte ettirdiği bir metinde devletçiliği şöyle tanımlamaktadır:  “Bizim takibini muvafık gördüğümüz “mutedil devletçilik” prensibi, bütün istihsal ve tevzi vasıtalarının fertlerden …alacak… bir sistem değildir”.  Osmanlı devletinde özel sektörü temsil eden Rum ve Ermeni cemaatının ülkeyi terk etmesinin yarattığı boşluğu doldurmak için devle, ekonomide öncülük yapmak zorunda kalmıştı. Atatürk’ün devletçiliği, sosyalizme değil kapitalizme dönük bir devletçiliktir. Nitekim, devletçilik öyle katı bir şekilde yorumlandığı takdirde, bugünkü özelleştirmeleri hep Atatürk ilkelerine karşı birer hareket olarak yorumlamak gerekirdi ki, kimse böyle bir yorum yapmamaktadır.

            Devrimcilik, Atatürk ilkelerinde daha çok “reform”, “evrim” ve “değişim” anlamında kullanılmaktadır. 1933 yılında Atatürk’ün meşhur yemek sofralarından birinde gerçekleştirilen devrimlerin nasıl adlandırılması gerektiği uzun uzun tartışılmıştır. Atatürk hem devrim hem de evrim kelimesini kapsayan yeni bir kelime arıyor. Bunu bulamayınca Cumhuriyet Türkiye’sinde gerçekleştirilen inkılapların da izahlı bir tarifinin yapılması gerektiği görüşünü ileri sürüyor.

Bu arka planı da göz önünde bulundurulduğu zaman, Atatürk ilkelerindeki devrimcilik, saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ve onun yerine cumhuriyet rejiminin kurulması, harf, kıyafet, eğitim vs gibi alanlarda gerçekleştirilen devrimler anlamında kullanılmaktadır. Kazanılan başarıları kökleştirmek ve güçlendirmek için gerekirse başka devrimler de yapılması fikri de vardır devrimciliğin içinde. Atatürkçülüğü, kuralları donmuş bir dogma olarak görmemek gerekir. Yeni ihtiyaçlara cevap verebilmek ve yeni koşullara uymak için sürekli değişiklik yapılması icap eder. Bu anlamda devrimciliğin, Türkiye’nin AB’ye katılım süreci ile çelişen bir yönü yoktur.

            Bu karşılaştırmada Atatürk ilkelerini seyyal  (flexible) bir şekilde yorumladığımız herhalde hiçbirinizin dikkatinden kaçmamıştır. Fakat Atatürkçülüğün esası da budur. Yoksa Atatürkçülüğü bir dogma olarak gördüğümüz takdirde, 1930 yılların koşullarına hapsolup kalırız ve o tarihlerdeki ihtiyaçların ötesine geçen yeni ihtiyaçlara cevap verirken zorlamalı yorumlar yapmak zorunda kalırız.

Vatanın bölünmezliği

            Zaman zaman Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi bölmek istedikleri ve insan hakları ve azınlık hakları gibi kavramları da bu bölünmeyi hızlandırmak için kullandıkları ileri sürülür. Ancak, Birleşmiş Milletler Ana Sözleşmesini (Charter’ını) kabul etmiş her ülke, resmen, sınırların değişmezliği ilkesini de kabul etmiş sayılır ve bu ilkenin çiğnenmesine göz yumması, o ülkenin uluslararası camiaya karşı yüklendiği taahhütlerle çelişir. Ayni ilkenin, birer BM üyesi olan AB üyesi ülkeler için de bağlayıcı olduğunu unutmamak gerekir. Gerçi uluslararası ilişkiler ilkelerle değil, güç dengesi ile yönetilir. Fakat AB, bugünü kadar, hiçbir üyesinin parçalanması yönünde çaba sarf etmemiş ve böyle bir süreci kolaylaştırmamıştır.

            Zannımca, Türkiye’nin toprak bütünlüğü, AB içinde iken, AB dışında olunmasına nazaran daha iyi korunabilir.

Asker-sivil ilişkileri

            Atatürk ilkeleri içinde belki sayılmaz ama, Atatürk’ün asker-sivil ilişkileri konusundaki tutumu ile, Avrupa Birliğinin, bugün Türkiye’ye karşı zaman zaman dile getirdiği tutumu arasında benzerlik vardır. AB, şimdiye kadar Türkiye hakkında yayınladığı çeşitli İlerleme Raporlarında sivil-asker ilişkileri konusundaki eleştirilerini dile getirmiş ve askeriyenin sivil yönetimle ilişkilerinin AB’ye üye ülkelerdeki düzeye getirilmesini telkin etmiştir.

            Atatürk de daha 1909 da İttihat ve Terakki partisine girdiği zamandan beri ordunun siyasete karışmasını istemiyordu. Bunun orduyu zayıflatacağı ve asli görevini yerine getirmesini zorlaştıracağı görüşünde idi.

            Daha sonra Erzurum Kongresinde Atatürk, toplantının sivil görünümünün korunmasına büyük bir özen göstermiştir.  Bunu Kongrenin hazırlıkları sırasındaki davranışlarından görüyoruz. Bunlardan birincisi Mondros mütarekesi koşullarına Erzurum bölgesinde uyulup uyulmadığını denetlemekle görevli olan İngiliz Albayı Rawlinson, Atatürk’ü Kongreyi toplamaktan vazgeçmeye çalışır ve şöyle tehdit eder:  “Kongreden vazgeçmezseniz, toplantıyı güç kullanarak dağıtmak zorunluluğu doğacaktır”.  Atatürk bu tehdide şöyle cevap verir: O takdirde, biz de, mecburen kuvvete karşı koyar ve milletimizin aldığı kararı yerine getiririz”. Mazhar Müfit Kansu’nun anlattığına göre, Rawlinson, Atatürk’ün huzurundan çıkarıldıktan sonra Atatürk, yanındakilere şöyle der:

 “Pek ihtimal vermiyorum ama, şayet bu zat kongrenin toplanmasına müdahale ederse, bizim de tedarikli bulunmamız gerekir. Aklıma kolordudan biraz muhafız asker istemek gelmiyor değil. Fakat bu doğru olmaz. Kongreyi millet değil, asker yaptı veya yaptırdı derler. Erzurum Kongresinin, ordunun baskısı ve müdahalesi altında yapıldığı hakkında herhangi bir tahmin yürütülmesi dahi işimize gelmez”.

            Atatürk’ün asker-sivil ilişkilerine gösterdiği özen bundan da ibaret kalmamıştır. 10 temmuz 1919 günü yapılması öngörülen Kongrenin tarihi, 23 temmuza ertelenmiş ve bu yeni tarihten iki gün önce Atatürk ordudan istifa ederek kongreye bir sivil yurttaş olarak katılmıştır.

            Kongreye asker gölgesi düşürülmemesi için son olarak da, Erzurum Kongresi başlamadan önce tüm askerler toplantı salonundan ayrılmışlardı.

Ulusal egemenlik

Ayrı bir başlık altında incelenmesi yararlı olabilecek bir başka husus da ulusal egemenlik kavramıdır. Bu konuya dar bir açıdan bakan bazı gözlemciler, halihazırda Türkiye Büyük Millet Meclisinin uhdesinde bulunan bazı yetkilerin AB organlarına devredilecek olmasını mübalağa ederek, bunu, “ulusal egemenlik” kavramının bir ihlali olarak yorumlamaktadırlar.

            Ulusal egemenlik, ulusumuz tarafından seçilen TBMM tarafından kullanılmaktadır. TBMM bu yetkiyi doğrudan doğruya kendisi kullanabileceği gibi, uygun gördüğü ölçüde başka organlara da devredebilir. Türkiye’nin çok taraflı bir uluslararası sözleşmeye taraf olması bir  bakıma böyle bir yetki devridir. Çünkü, böyle bir sözleşmenin hükümleri uyarınca Türkiye, münhasıran kendi ulusal egemenlik alanına giren bazı konularda sözleşmeye taraf olan ülkelere karşı bir yüklenim altına girmektedir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmak suretiyle, Türkiye, insan hakları konusunda, o sözleşmede yer alan hükümlerin gerisine düşmemeyi taahhüt etmektedir. Bir başka deyişle, kendi parlamentosunun o konuda dilediği şekilde yasa çıkarmasına bazı kısıtlamalar getirilmesini kabul etmiş olmaktadır. Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını tanımak suretiyle, kendi bağımsız mahkemelerince verilen kararları bozabilen bir makamın varlığını tanımış olmaktadır.

            Burada üzerinde durulması gereken husus şudur: Türk ulusu adına hareket eden TBMM, kendi serbest iradesi ile yetkilerinin bir bölümünü başka bir organa devretmektedir. TBMM’nin bir uluslararası sözleşmeye taraf olmayı reddetme yetkisi de vardır. Ancak TBMM, konuyu tartışmış ve o sözleşmeye taraf olmayı ülkenin çıkarları açısından uygun bulmuştur.

Gerek bu durumu, gerekse Türkiye’nin AB’ye üye olmasını işte böyle, serbest iradesiyle alınmış bir karar olarak mütalaa etmek gerekir. Kaldı ki AB’ye üyelikte, Türk parlamentosunun yetkilerinin bir bölümünü başka bir organa devretmesi değil, bu yetkileri başka organlarla paylaşması söz konusudur. Başka bir deyişle, Türk parlamentosu, yetkilerini başka bir parlamento lehine kısıtlarken, o başka parlamento da kendi yetkilerini Türk parlamentosu lehine kısıtlamış olmaktadır. Örneğin, AB’ye üye olduktan sonra Avrupa Parlamentosuna seçilecek Türk parlamenterleri, öteki üye ülkelerde yürürlükte olacak yasaların kabul edilmesinde de oy kullanacaklardır. Hatta, Avrupa Parlamentosunda Türk parlamenterlerin sayısının öteki ülkelerinkinden daha fazla olacağını göz önünde bulundurursak, Türkiye, Avrupa Parlamentosuna devrettiği yetkilerden daha fazla, öteki ülkelerin egemenlik haklarına müdahil olmaktadır.

Türkiye’nin AB’ye girmesi ve bunun soncu olarak egemenlik haklarının bir bölümünü başka ülkelerle paylaşmaya razı olması da, serbest iradesiyle aldığı bir karardır. Türkiye, çıkarlarına uygun bulmadığı takdirde AB’den çıkma yetkisine de sahiptir.

Bu nedenlerle ulusal egemenlik konusunda Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini Atatürk ilkeleriyle bağdaşmaz bir yönü yoktur.

Nutuk’ta, Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerine açıklık getiren bir bölüm vardır. Bu bölümde Atatürk, Herbert George Wells adında bir İngiliz yazarının “Birleşik bir Dünya Devleti” adlı kitabından alıntılar yapmaktadır. Wells, söz konusu kitabında, “tüm egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır” demekte ve şöyle devam etmektedir:  “Avrupa  ve Asya’nın felaketleri belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir…. Olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir”. Wells’in kitabının bu bölümünden anlaşıldığına göre, yazar, daha 1920 lerde, Avrupa Birliğine benzer uluslararası oluşumların ortaya çıkabileceğini öngörmüştür. Atatürk, Wells’in kitabından bu alıntıları aktardıktan sonra, şöyle devam etmektedir:

“Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, …ve bütün vücutları, zekaları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren “birleşik bir dünya devleti” kurma hayalinin tatlı olduğunu reddedecek değiliz.

Atatürk’ün övdüğü uluslararası örgütlenme Avrupa Birliğinin bugünkü haline çok benzemektedir. Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Atatürk sağ olsa idi, egemenliği başka ülkelerle paylaşmada herhangi bir olumsuzluk görmeyecekti ve Avrupa Birliği onun hayatta bulunduğu zaman kurulmuş olsa idi Türkiye’nin bu Birliğe girmesini herhalde destekleyecekti.

Atatürk’ün dış politikası

Atatürk’ün dış politikası, Avrupa Birliğinin ilkelerine en fazla uyum gösteren alanlardan biridir. Avrupa birliğinin temel bir ilke olarak benimsediği iyi komşuluk, uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi gibi ilkeleri Atatürk sadece benimsemekle kalmamış, bunları başarılı biçimde uygulamıştır da. Kurtuluş savaşından çok kısa bir süre sonra, savaştığı ülkelerle dostluk anlaşmaları yapmayı başarmış, Balkan Paktı, Sadabat Paktı gibi, bölgesel dostluk paktları kurulması için inisiyatif almıştır.

Atatürk inkılapları

Atatürk inkılaplarının belli başlılarını teşkil eden, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, Harf inkılabı, Kıyafet inkılabı, Gregoryen takvimin kabulü, Tevhidi tedrisat

kanunu gibi reformlar devasa reformlardır. O adımlar 1920 lerde atılmamış olsa idi, bugün, AB normlarına çok daha uzak bir mesafede olacaktık. Bunun sonucu olarak, Türkiye AB’ye katılım sürecinin eşiğine muhtemelen gelemeyecekti.

Türkiye, son birkaç yılda gerçekleştirdiği reformları uygulamakta dahi çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadır. Atatürk reformlarının 70 yıl önce gerçekleşmiş ve halkımızın bu reformların büyük bir bölümünü benimsemiş ve hazmetmiş olmasına  rağmen, şimdiki reformların uygulanmasında güçlükler çıkabildiğine göre, Atatürk reformları gerçekleşmemiş olsa idi, Türkiye’nin AB yolunda ne kadar büyük zorluklarla karşı karşıya kalmış olacağını gözümüzde canlandırabiliriz.

Bu açıdan bakıldığı zaman Atatürk inkılaplarını, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin ilk önemli adımları olarak sayabiliriz.

Sonuç

Atatürk reformlarının amacı Türkiye’yi çağdaşlaştırmaktı. Bu reformlara girişildiği zaman hangi hedefler öncelikli idiyse ve o hedeflere ulaşmak için en elverişli yöntemler ne idiyse Atatürk reformları işte o parametrelere göre şekillenmiştir.

Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin belli başlı amacı da, tıpkı Atatürk devrimlerinde olduğu gibi, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine taşımaktır.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.