17 Aralık 2004 AB Zirvesinden Ne Bekliyoruz? Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kuruluna hitap, Ankara, 14 Aralık 2004

17 ARALIK 2004 AB ZİRVESİNDEN NELER BEKLİYORUZ

 TBMM Genel Kurulunda AK Parti Grubu adına yapılan konuşma,14 Aralık 2004

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

 Türkiye’nin, AB’ye katılım sürecinin en önemli dönemeçlerinden birine, sadece üç gün kala gerçekleştirdiğimiz, Avrupa Birliği konulu bu genel görüşmede, AK Partinin görüşlerini sizlerle paylaşmak için huzurunuzdayım. Hepinizi saygı ile selamlıyorum.

             AK Partinin, iktidara geldiği ilk günlerde kamuoyuna yaptığı bir açıklamayla, sözlerime başlamak istiyorum. “Biz, çoğunluk partisiyiz diye, ülkeyi yalnız başımıza yönetecek değiliz” demiştik. “Bu ülkeyi, Meclisteki siyasi partilerle, meclis dışındaki siyasi partilerle, sivil toplum kuruluşlarıyla, akademik kuruluşlarla, düşünce kuruluşlarıyla ve ilgili bütün çevrelerle sürekli işbirliği halinde yöneteceğiz” demiştik.

 Bu vadimize sadık kalarak, özellikle Avrupa Birliği konularında, başta ana muhalefet partisi olmak üzere, partimiz dışındaki kuruluşlarla sürekli temas halinde kalmaya özen gösterdik. Sivil toplum kuruluşlarımız, zaman zaman, devletin yapabileceğinden daha fazlasını yaparak çabalarımıza destek oldular.

 Yurt dışındaki temaslarımızda, CHP’li değerli milletvekili arkadaşlarımızla her zaman, bir milli takım ruhu ile, AB konularında birlikte hareket ettik. Birçok ülkede, bu davranışımız, gıpta ile karşılandı. Bu ortak çabamız, AB konusunda Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi.

 Cumhuriyet Halk Partisine, Avrupa Birliği ile ilgili konularda, ülkemizin bu önemli çağdaşlaşma projesine verdiği güçlü destek için, huzurunuzda teşekkür ediyorum.

 Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

 AB konusu, medyada uzun zamandan beri enine boyuna tartışılıyor. Bu konuda söylenebileceklerin hemen hemen tamamı söylenmiş durumda. Hatta bazıları birçok defa söylenmiş durumda. Bugünkü konuşmamda ben, şu sıralarda hangi noktada bulunduğumuz konusundaki düşüncelerimi sizlere sunacağım.

            Avrupa Birliği Konseyinde kabul edilmesi öngörülen karar taslağının ilk metni, bundan bir süre önce, evvela basına sızdırıldı, sonra da üye ve aday ülkelere gönderildi.

            Sonra ikinci, daha sonra da üçüncü taslak ortaya çıktı. Türk medyası bu taslakları, tüm ayrıntılarıyla kamuoyunun bilgisine sundu. Medyamızın bu konuyla yakından ilgilenmesi doğaldır. Çünkü, Türkiye’nin geleceğinde köklü değişikliklere neden olabilecek önemli kararların arifesindeyiz. Ancak şu hususu göz ardı etmemek gerekir. Taslaklar sürecin bir parçasıdır. Nihai metin ortaya çıkıncaya kadar, gelişmeleri, dikkatli fakat heyecan ve duygusallıktan arınmış bir ilgi ile izlemeliyiz.

Hükümetimiz, karar taslağını, beklentilerimiz yönünde şekillendirmek için yapılabileceğinin azamisini yapmaktadır. Biliyorsunuz, sessiz diplomasi diye bir kavram vardır. Bazı şeyler davul zurna çalınarak yapılmaz. Hükümetimiz de, sessiz diplomasi’nin imkan verdiği ölçüde, yaptıklarını kamu oyuyla paylaşarak yürütmektedir. Ancak, Başbakanımızın veya Dışişleri Bakanımızın veya başka bir yetkilimizin, yabancı ülkelerdeki karşıtlarıyla yaptıkları her görüşmenin ayrıntısını medya ile paylaşmasını beklemeyelim. Böyle bir uygulama dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur.

Değerli Milletvekilleri,

Avrupa Birliği’nin Türkiye’den beklentileri, şimdiye kadar yayınlanan çeşitli resmi belgelerde yer almıştır. Bu belgelerin belli başlıları şunlardır:

–         6 Ekim 2004 te yayınlanan Türkiye İlerleme Raporu,

–         AB Komisyonunun Konseye Tavsiye Belgesi,

–         Etki Belgesi olarak adlandırdığımız ve Türkiye’nin AB’ye girmesinin AB üzerindeki muhtemel etkilerini irdeleyen Rapor,

–         Zirve kararının taslakları, ve

–         Bir de, Avrupa Parlamentosu için, Raportör Eurlings tarafından kaleme alınan Rapor.

Bu belgelerden bazılarında Türkiye’nin kabul edemeyeceği birçok husus yer almaktadır. Sözde Ermeni soykırımının tanınması, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tanınması, işçilerin serbest dolaşımının kalıcı önlemlerle engellenmesi, Fırat ve Dicle sularının uluslararası bir yönetime verilmesi vs. gibi.

Hükümetimiz, Avrupa Birliğinin çeşitli kurumları nezdinde girişimlerde bulunarak, bu tür konuların, resmi AB belgelerinde yer almasından duyduğumuz rahatsızlığı, en güçlü biçimde, AB makamlarının dikkatine getirmektedir. Avrupa Parlamentosu üyeleri nezdinde yaptığımız girişimlerde, CHP’nin değerli milletvekilleri de, hükümetin bu çabalarına aktif katkıda bulunmaktadırlar.

Ancak tüm bu belgelere bakarak, bunlar sanki Türkiye’den resmen talep edilmiş ve Türk hükümeti de bunları kabul etmiş gibi bir hava yaratılması doğru değildir. Çünkü böyle bir durum yoktur. Esasen, çeşitli siyasi partilerin yetkililerinin söyledikleri de, anlayabildiğimiz kadarıyla, budur. Yani, hükümete, alacağı kararların muhtemel sakıncalarını hatırlatarak, ona yardımcı olmaya çalışıyorlar. En azından, söz konusu yetkililerin demeçlerini biz bu şekilde algılıyoruz. Çünkü, bugüne kadar, hükümetimiz, AB yolunda Türkiye’yi herhangi bir yüklenim altına sokmuş değildir.

Şimdi 17 Aralık Zirvesine dönüyorum. Türkiye bu Zirveden ne beklemektedir?

Beklediklerimiz, başta Sayın Başbakanımız olmak üzere çeşitli düzeylerdeki yetkililerimiz tarafından defalarca dile getirilmiştir. Bunların belli başlılarını şöyle özetleyebiliriz:

Birincisi, Türkiye’ye, müzakerelere başlamak için verilecek tarihin kesin bir tarih olmasını istiyoruz. Başka bir deyişle, müzakerelerin fiilen başlaması için 17 Aralık Zirvesi dışında, bir karar daha alınmasına ihtiyaç kalmamalıdır. Bu tarih tercihan 2005 yılının birinci yarısında olmalıdır.

Müzakereler, tam üyeliği hedeflemelidir.

Kopenhag kriterleri dışında, başka şartlar, karara eklenmemelidir.

Ben,  üç gün sonra, 17 Aralık günü, AB Konseyinden, bu üç unsuru içeren bir karar çıkabileceği konusunda ümitliyim. Fakat Konsey kararının,  bu üç unsuru içermesi yetmez. Önemli olan kararın metnidir. O metni görmeden hüküm vermek ihtiyatsızlık olur. Kararı gördükten sonra da, ne zafer naraları atmaya hazırlanıyoruz, ne de ağıt kurmaya. Hükümetimiz, kararı gördükten sonra, soğukkanlılıkla onu değerlendirecek ve müzakereye oturup oturmayacağımıza ondan sonra karar verecektir.

Asıl zorluk ondan sonra başlayacaktır. Çünkü şimdiye kadar çeşitli AB belgelerine yansıyan beklentiler, o aşamada, teker teker karşımıza çıkacak; onlar üzerinde zorlu müzakereler cereyan edecektir. O zaman yürütülecek müzakereler de, yine sessiz diplomasının imkan sağladığı ölçüde, yüce meclisimizle, öteki siyasi partilerle ve tüm kurumlarımızla işbirliği halinde yürütülecektir. 31 başlık altında yürütülecek müzakerelerin her başlığının kapatılması, AB’nin mutabakatı kadar, Türkiye’nin de mutabakatını gerektirecektir.

En sonunda ortaya çıkacak metin de, ancak, o tarihteki yüce meclisimizin uygun görmesi halinde kabul edilecektir. Dolayısıyla, zaman zaman bazı AB ülkelerinde, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda yapılana benzer bir demagojiye, bizim de kapılmamamız gerekir. 17 Aralıkta müzakereleri sonuçlandıracak değiliz. Müzakerelere daha yeni başlıyor olacağız. AB’nin, Türkiye’den beklenti olarak, çeşitli belgelere yansıttığı hususları,  ancak o tarihte müzakereye başlayacağız veya bazılarını müzakere etmeyi dahi kabul etmeyeceğiz. O aşamada da, öteki siyasi partilerin değerli katkılarından, mümkün olan en geniş ölçüde yararlanacağız. Bu kadar önemli bir konuda, hükümetin, meclisteki sandalye sayısı ne olursa olsun, tüm sorumluluğu yalnız başına yüklenmesinin, doğru olmayacağına samimi olarak inanıyoruz.

AB belgelerine yansıyan beklentiler, yıllar sonraki siyasi ortamı ilgilendirmektedir. Siyasette, bir hafta bile ebediyet kadar uzun bir süredir. Yıllar sonra Türkiye nereye gelmiş olacaktır? Dünyadaki dengeler nasıl olacaktır? AB ne yapıyor olacaktır? O tarihte Türkiye Avrupa Birliğine girmeyi halen isteyecek midir? Bunları görmeden yürütülen yargılar, ister istemez, birer spekülasyon, birer tahmin, olarak kalmak zorundadır.

Sayın Başkan

Sayın Milletvekilleri,

AB konusunda şimdiye kadarki muhatabımız, esas itibariyle, AB Komisyonu ve üye ülkelerin hükümetleri olmuştur. Bundan sonraki aşamada, Avrupa Parlamentosunu, Avrupa çapındaki siyasi partileri, Avrupa Parlamentosundaki siyasi Parti gruplarını, üye ülkelerdeki siyasi partileri ve hepsinden daha önemli olarak, üye ülkelerin kamuoylarını da muhatap almamız gerekecektir. Çünkü demokrasinin doğru işlediği ülkelerde, kamuoyunun desteği esastır. Üye ülkelerin kamuoylarında, Türkiye hakkındaki tereddütleri dağıtmadan, üyelik sürecinin ilerideki aşamalarında mesafe kat etmemiz zor olacaktır. Ayni şeyi başka türlü ifade edersek, o ülkelerdeki kamu oyunun desteğini kazandığımız takdirde, yine o ülkelerin siyasi partilerinin, popülizm yaparak Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmaları da zor olacaktır.

AB ülkelerinde, kamuoylarının Türkiye konusundaki eğilimlerini şöyle özetleyebiliriz:

            Kamu oyu yoklamalarında, Türkiye’nin üyeliğine destek, pek az sayıdaki ülkede % 50 nin üstüne çıkmaktadır. Çünkü Türkiye’nin AB’ye getireceği yükün, yapacağı katkıdan daha büyük olacağını zannediyorlar. Öyle zannettikleri sürece, bizi aralarına almak istemelerini beklememiz de, esasen, gerçekçi değildir. Halbuki böyle zannetmeleri, Türkiye hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu benim sübjektif kanaatim değildir. Çeşitli AB ülkelerde faaliyet gösteren ciddi ve tarafsız düşünce kuruluşlarının yaptıkları araştırmalar da bunu gösteriyor. Söz konusu araştırmalar, Türkiye’nin AB’ye yapacağı katkının, getireceği yükten daha fazla olacağını ortaya koymaktadır.

Bu bilgi eksikliğine rağmen, üye ülkelerin büyük çoğunluğunda, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlarla, destekleyenler arasındaki fark, çok büyük değildir. Anketlerin sonucu, biraz da soruyu nasıl sorduğunuza bağlı. Örneğin, soruyu “Türkiye’nin AB’ye bugün üye olmasını destekliyor musun?”  şeklinde sorarsanız aldığınız cevap olumsuz oluyor. Buna karşılık, soruyu, “Kopenhag kriterlerine uyduğu takdirde” veya “8-10 sonra Türkiye’nin AB’ye girmesini destekler misin?” diye sorduğunuz zaman, cevap olumlu oluyor.

 Türkiye’nin AB’ye bugün girmesi gibi bir senaryo ne mevcuttur, ne de gerçekçidir. Ayni şekilde, Kopenhag kriterlerine uymadığı halde AB’ye girmesi gibi bir senaryo da mevcut değildir. Dolayısıyla, soruyu bu şekilde sormak yanlıştır. Bu şekilde sorulmuş sorularla yapılmış anketler, yanıltıcı sonuçlar verir. Soru doğru sorulduğu takdirde, Türkiye’nin üyeliğini destekleyenlerin oranları önemli ölçüde artacaktır ve karşı olanlarla destekleyenler arasındaki fark iyice azalacaktır.

 Türkiye de, başarılı bir tanıtım kampanyası ile, kalan bu farkı kapatabilir. Bu, ulaşılması zor bir hedef değildir. Çünkü biz kimsenin gözünü boyamak çabası içinde değiliz. Biz, AB’den bir lütuf istemiyoruz. Her iki tarafın kazançlı çıkacağı bir üyelik istiyoruz. Çünkü, Türkiye’nin AB’ye önemli katkılar sağlayabileceğine samimi olarak inanıyoruz. Bu katkıları, Türkiye hakkında olumsuz önyargıları olmayan ve kendi ülkesinin çıkarlarını kollayan her makul Avrupalıya anlatabilmemiz gerekir.

AB ülkelerinin, kendi çıkarlarına uygun olduğuna kanat getirmedikleri sürece, sırf Türklerin gönlü olsun diye, Türkiye’yi AB’ye almaya razı olacaklarını beklemek, gerçekçi de değildir; uluslararası ilişkilerin doğasına da uymaz. Uluslararası ilişkiler, karşılıklı çıkara dayanmadığı sürece, kalıcı da olmaz. Ayni şekilde, Avrupa Birliği, Türkiye’nin katkısının daha büyük olacağını ikna olursa, şu anda çıkarılan gereksiz güçlükler de, kendiliğinden, ikinci plana kayacaktır.

Hükümetimiz, AB Konseyinin kararını değerlendirirken, uluslararası ilişkilerin bu temel kuralını, yani çıkar dengesi kuralını, daima göz önünde bulunduracaktır; karar olumlu olur da müzakerelere başlarsak, müzakereleri de bu anlayışla yürütecektir.

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Üye ülkelerdeki siyasi partilerin tutumuna gelince, bunun da  ülkeden ülkeye farklılıklar arz ettiğini görüyoruz.

Almanya’da iktidarda bulunan Sosyal Demokratlar ve Yeşiller koalisyonu, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir. Muhalefette bulunan CDU-CSU grubu ise Türkiye’nin tam üye olmasına karşıdır. Bunun yerine Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” statüsü önerilmesi gerektiğini savunmaktadır.

CDU-CSU’nun, 2006 yılında yapılacak federal seçimlerde, en çok oy alan parti olacağına kesin gözü ile bakılmaktadır. Bununla birlikte, partinin başkanı Bayan Angela Merkel, kendisiyle yaptığımız çeşitli görüşmelerde, müzakereler başlarsa, kendileri ileride iktidara geldikleri zaman, uluslararası ilişkilerinin önemli bir ilkesi olan “ahde vefa” kuralına bağlı kalacakların ve AB’nin bu kararını tartışma konusu yapmayacaklarını ifade etmiştir.

Fransa’da, Türkiye’nin üyeliğine şiddetle karşı çıkan, Maliye Bakanı Nicolas Sarkozy, 28 kasım günü yapılan seçimlerde, Cumhurbaşkanı Chirac’ın Partisi olan UMP (Union pour un Mouvement Populaire)’nin başkanlığına seçilmiştir. Ve seçildikten sonra yaptığı ilk açıklamalardan birinde de, Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı olduğunu yinelemiştir.

 Ancak Fransa’da dış politika konularında söz sahibi makam Cumhurbaşkanıdır ve Cumhurbaşkanı Chirac da, Türkiye’nin üyeliğini desteklediğini, çeşitli defalar açıklamıştır. Zaman zaman, bu desteğe gölge düşüren açıklamalar da yapmaktadır. Fakat, Türkiye, bu açıklamaların daha çok iç politika gereklerinden kaynaklandığı görüşündedir.

Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2007 yılında yapılacaktır. O tarihte nasıl bir durumla karşılaşacağımızı tartışmak için zaman erkendir.

Hollanda’da, Van Gogh adında bir film yapımcısının, Faslı bir fanatik tarafından öldürülmesi, Türkiye’nin üyelik sürecine olumsuz bir unsur olarak yansımıştır. Çünkü kamu oyu, katilin Fas’lı olmasını değil, Müslüman olmasını ön plana çıkarmaktadır.

Avusturya, başından beri, Türkiye’nin adaylığına açıkça karşı çıkan ülkelerden biri olmuştur. Fakat eğer Fransa ve Almanya, Türkiye lehinde açık bir tutum ortaya koyarlarsa, Avusturya’nın, bu tutumunda direneceğine ihtimal verilmemektedir.

Kıbrıs Rum kesimi, bu kritik dönemde Türkiye’den ne gibi tavizler koparabileceğinin arayışı içindedir.

Yunanistan, Türkiye’nin adaylığını destekleyen tutumunda herhangi bir değişiklik olmadığını açıklamaktadır. Ancak, Kıbrıs Rum kesimiyle ilgili gelişmelerin Yunanistan’ı çok yakından ilgilendirdiğini gözden uzak bulundurmamak gerekir.

İngiltere, İtalya, İspanya, Portekiz, Lüksemburg, İsveç ve Finlandiya, Türkiye’nin adaylığını desteklemektedir.

AB’ye yeni katılan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin, Türkiye ile müzakerelerin başlamasına karşı tavır almaları beklenmemektedir.

Avrupa Parlamentosuna gelince, 30 kasım günü, Avrupa Parlamentosunun Dışişleri Komitesinde kabul edilen Türkiye hakkındaki Eurlings Raporu, bugün, Parlamentonun genel kurulunda görüşülecektir belki de şu sıralarda görüşülmektedir.

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Avrupa Parlamentosundaki Parti gruplarının Türkiye konusundaki tavırlarına gelince, bu tavırlar da şöyle özetlenebilir:

Avrupa Parlamentosundaki en büyük grup, İngilizce kısaltılmış adı  EPP olan Avrupa Halk Partisidir. Hıristiyan Demokrat ağırlıklı bir gruptur. 732 sandalyeli Avrupa Parlamentosunda 268 sandalye işgal etmektedir. Türkiye’nin üyeliği konusunda, genellikle, olumsuz bir tavır ortaya koymaktadır.

İkinci büyük grup Sosyalistlerdir. 198 sandalyeleri vardır. Türkiye’yi çoğunlukla desteklemektedirler.

Üçüncü büyük grup Liberallerdir. 88 sandalyeleri vardır. Türkiye’ye destekleri her olayda farklıdır. Geçen hafta Avrupa Parlamentosunun Dışişleri Komitesinde, Türkiye’ye ayrıcalıklı ortaklık statüsü verilmesi yolundaki önerinin Eurlings raporundan çıkarılması konusunda, kader tayin edici destek, Liberallerden gelmiştir.

Dördüncü büyük grup Yeşillerdir. 42 sandalyeleri vardır. Türkiye’yi en güçlü biçimde destekleyen grup budur.

Bundan sonraki partiler, Milletler Avrupa’sı, esas itibariyle komünistlerden oluşan Birleşik Sol ve Bağımsızlar Teknik Grubu gibi nisbeten daha az sandalyeye sahip partilerdir. Fakat Türkiye konusundaki tutumları, dengeleri değiştirecek boyutlarda değildir.

Avrupa Parlamentosunda, parti gruplarının eğilimleri önemli olmakla birlikte, kritik konularda grup, her zaman blok olarak hareket etmemektedir. Bazan ulusal alt-gruplara göre bölünmekte ve, örneğin, ayni gruptaki İngiliz Milletvekilleri ile Avusturyalı milletvekilleri farklı oy verebilmektedirler.

Avrupa Parlamentosu, AB’nin genişlemesi konusunda karar mercii değildir. Karar mercii, Konsey’dir. Buna rağmen Parlamentodaki genel eğilimleri bilmemiz önemlidir. Çünkü bu eğilimler, Avrupa Birliği ülkelerindeki kamu oylarının eğilimini yansıtmaktadır. Ancak, bizim, önümüzdeki üç gün içinde, daha yakından izlememiz gereken husus, Avrupa Parlamentosundaki değil, AB Konseyindeki gelişmelerdir.

Beklenmedik bir gelişme olmaz da, Konsey Türkiye ile müzakerelerin başlatılmasına karar verirse, yepyeni bir siyasi manzara ortaya çıkacaktır. Müzakereler bir kez başladıktan sonra, Türkiye’de yeni dinamikler oluşacaktır. Bu dinamikleri iyi değerlendirebildiğimiz takdirde, Türkiye ekonomisinde bir sıçrama gerçekleşecek ve ülke daha uzun süreli bir istikrara kavuşacaktır.  Bu gerçekleşince, AB ülkelerinde şu anda mevcut olan tereddütler büyük ölçüde dağılacak ve o zaman,  Türkiye’nin üyeliği için asıl talepkar taraf muhtemelen AB olacaktır. Böyle bir senaryo hiç de ihtimal dışı değildir.

Üç gün sonra AB Konseyinin Türkiye ile müzakerelerin başlaması için kabul edebileceğimiz bir karar vermesini temenni eder, hepinizi saygı ile selamlarım.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.