Türkiye’nin İnsan Hakları Mevzuatı ve AB, Ankara, 5 Kasım 2004

TÜRKİYE’NİN İNSAN HAKLARI MEVZUATI VE AB

Türkiye Büyük Millet Meclisi Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı,

Dışişleri Eski Bakanı

Yaşar YAKIŞ’ın

Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara,  5 Kasım 2004

 Sayın Başkan, Değerli konuklar,

Benden önceki değerli konuşmacılar, bugünkü forumun konusuyla ilgili çok kapsamlı ve vukuflu bilgiler verdiler. Ben, uzmanı olmadığım konularda, sizleri yüzeysel bilgilerle meşgul etmemek için, nisbeten biraz daha ayrıntılı bilgiye sahip olduğum bir konudaki görüş ve değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. O da, bu konunun Avrupa Birliği ile ilgili boyutudur.

Bugünkü forumun konusu Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü, Avrupa Birliği müktesebatına uyumumuz, bir dizi uluslararası anlaşmayı, ulusal mevzuatımızın bir parçası haline getirmeyi gerektirmektedir.  Bunların arasında doğrudan insan haklarını ilgilendirenler de vardır, başka alanları ilgilendirenler de vardır.

Gerçi forumumuzun başlığı  “Uluslararası Sözleşmelerin iç hukukta uygulanması” dır. Fakat bence burada kasdedilen, sadece uluslararası sözleşmeler değil, Türkiye’yi uluslararası yükümlülük altına sokan her türlü uluslararası belgedir. Nitekim, Anayasamızın bu konu ile doğrudan ilgili 90. maddesinde uluslararası sözleşmelerden değil andlaşmalardan bahsedilmektedir.

Doktrinde ise, uluslararası sözleşme (convention), Ahid (Charter), andlaşma (treaty), anlaşma (agreement), protokol, mutabakat muhtırası (memorandum of understanding), tutanak (agreed minutes)  vs gibi  bağlayıcılığı olan çok sayıda belgeye toptan uluslararası anlaşmalar adı verilmektedir. Ben de, söz konusu belgelerden bahsederken uluslararası anlaşmalar ibaresini kullanacağım.

Ben bu kısa konuşmamda, Anayasanın 90. maddesinin AB ile ilişkilerimizde açık bıraktığı bir boşluğa dikkat çekmek istiyorum. 7 mayıs 2004 tarih ve 5 170 sayılı yasanın 7. maddesiyle, Anayasamızın 90. maddesinin sonuna bir cümle eklenmiştir. Söz konusu cümle şöyledir:

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların ayni konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”.

Bu değişiklik, uluslararası anlaşmaların ulusal yasalara önceliğini, dar bir alanla, temel hak ve özgürlükler alanıyla sınırlı hale getirmiştir.

 Zannımca Anayasa’nın böyle bir ayrım yapması yanlış olmuştur ve AB ile ilişkilerimizde bir tıkanmaya neden olabilecektir. Çünkü, gelecekte, temel hak ve özgürlükler alanının dışındaki bir konuda, örneğin “çevre” veya “gümrükler” konusunda, taraf olduğumuz bir Avrupa anlaşması ile ulusal mevzuatımız arasında fark ortaya çıkarsa, AB bizden, kendi yasasının uygulanmasını isteyecektir.

Bu fark, AB müktesebatının Türk mevzuatına aktarılmasından kaynaklanabileceği gibi, AB’nin taraf olduğu ve Türkiye’nin de taraf olmasını şart koştuğu bir uluslararası anlaşmadan da kaynaklanabilir ve bu uluslararası anlaşma temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir anlaşma olmayabilir.

O zaman ne olacaktır? Türkiye, “bizim Anayasamızda bu konudaki hüküm sadece temel hak ve özgürlüklerle ilgilidir. Bunun dışındaki alanlarda biz uluslararası anlaşmalardaki hükümlerin kendi yasalarımızdaki hükümlerden önce gelmesini kabul etmiyoruz” diyebilir mi? Bence diyemez. Çünkü, bu yol açık tutulursa, AB’nin her üyesi, kendi Anayasasındaki hükümleri ileri sürerek, AB müktesebatını delebilir ve bunun sonucu olarak da AB müktesebatı her ülkede farklı uygulanan bir kurallar manzumesi haline dönüşebilir.

 Eğer bu muhakeme tarzım doğru ise, söz konusu boşluğu doldurmanın çaresi, Anayasamızın 90. maddesinin son cümlesindeki hükmün kapsamının genişletilerek, temel hak ve özgürlükler dışındaki konuların da kapsama alınmasıdır. Başka bir deyişle, Anayasanın 90. maddesinin tekrar değiştirilmesi ve hangi konuda olursa olsun, uluslararası anlaşma ile ulusal yasa arasında fark olursa, uluslararası anlaşmanın hükümleri esas alınacağının belirtilmesi gerekir.

Hukukçu olmadığım için daha ileri gidemiyorum ama, aslında gai, yani amaca yönelik bir yorum yaparak böyle bir değişikliğe gerek olmadığı da söylenebilir. Çünkü Anayasamız da dahil olmak üzere, hiçbir yasamız, temel hak ve özgürlükler dışındaki konularda, uluslararası bir anlaşma ile ulusal yasa hükümlerinin farklı olması halinde ulusal yasanın uygulanacağı yolunda bir kural getirmemektedir.

Öte yandan, Parlamentoda, usulüne uygun bir yasa ile onaylanan bir uluslararası anlaşmanın, öteki yasalardan, yargı organı için uygulanması zorunlu (eski deyimle vacüb-ül icra)  olması açısından bir fark olmamak gerekir.

Söz konusu yasanın uygulanması bazı idari önlemlerin alınmasını veya bazı yönetmeliklerin çıkarılmasını gerektiriyorsa o önlemlerin alınmasına veya o yönetmeliklerin çıkarılmasına kadar bir gecikme olabilir. Fakat bir devletin yetkili makamları, söz konusu uluslararası anlaşmanın onaylanmasını öngören yasa yürürlüğe girdikten sonra, makul bir süre içinde, o önlemleri almakla yükümlüdür. Başka bir deyişle, yasanın bağlayıcılığı konusunda bir tereddüt olmaması gerekir.

Bu yaklaşım tarzı, ilk bakışta, uluslararası bir anlaşmayı, ulusal bir yasa ile ayni ağırlıkta sayıyormuşuz gibi bir izlenim yaratabilir. Bu izlenim doğru değildir. Çünkü, uluslararası anlaşmaların, ulusal yasalardan farklı ve daha bağlayıcı olduğu Anayasamızın 90. maddesinin daha önceki iki cümlesinden anlaşılmaktadır. Söz konusu cümleler şöyledir:

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile dava açılamaz”.

 Dikkat edilecek olursa, buradaki birinci cümlede, uluslararası anlaşmanın temel hak ve özgürlüklere ilişkin olması kuralı da yoktur ve belki doğrusu da budur.

İkinci cümlede ise, uluslararası anlaşmaların Anayasa’ya aykırılığı talebiyle dava açılamayacağı belirtilmek suretiyle, söz konusu anlaşmaları ulusal yasadan daha bağlayıcı bir konuma getirmektedir.

Bu da doğaldır. Çünkü, uluslararası bir anlaşmayı değiştirmek Türkiye’nin ihtiyarında değildir. Uluslararası bir anlaşmanın hükümleri,  ulusal bir kurum tarafından iptal edilebildiği takdirde (bu kurum Anayasa Mahkemesi dahi olsa), uluslararası ilişkilerde bir istikrarsızlık unsuru ortaya çıkar. Burada olsa olsa, o uluslararası anlaşmayı onaylayan yasanın iptali için dava açılabilir. Söz konusu yasa iptal edildiği takdirde Türkiye o uluslararası anlaşmaya taraf olmaktan çıkar. Taraf olmakdan çıkabilmek için de, doğal olarak, o uluslararası anlaşmada, anlaşmadan çekilme için öngörülmüş olan usule uymak gerekir. Örneğin, Türkiye, bir uluslararası anlaşmaya uzun bir süre taraf olduktan sonra, açılan bir dava sonucunda, o uluslararası anlaşmayı onay yasası Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse, Türkiye’nin o anlaşmadan kaynaklanan yükümlülükleri, anlaşmadan öngörülen süre doluncaya kadar sürer. Aksi takdirde, o anlaşmanın yürürlükte olduğunu düşünerek bağlantı yapmış üçüncü taraflar bundan zarar görebilir.

Eğer, bu muhakeme tarzı doğru değilse, yani, ulusal yasa ile uluslararası anlaşma ikisi de ayni güçte itibar edilirse, o takdirde, ne birine ne de ötekine  üstünlük tanımamak gerekir.

Bu takdirde yargıcı tereddüde sevk edebilecek şöyle bir durum ortaya çıkabilir:

Örneğin, bir uluslararası anlaşma ile daha sonra çıkan bir ulusal yasa birbirinden farklı hükümler içerirse, yargıç, “sonradan çıkan yasanın üstünlüğü” kuralına göre ulusal yasayı uygulamak zorunda kalabilir. O takdirde, Anayasa’nın 90. maddesindeki son değişiklik hükmüne aykırı hareket etmiş olacaktır. Ancak, yargıç, bu davranışını, “sonradan çıkan yasanın üstünlüğü” kuralına dayandırmış olacaktır.

Ayni şekilde, bir konu, uluslararası anlaşmada daha geniş bir çerçeve içinde düzenlenmiş iken, sonradan çıkan daha özel bir yasada, bu uluslararası anlaşmadakinden farklı bir hüküm sevk edilmişse, yargıç, özel hükmü genel hükme tercih etmek durumunda kalabilir. Burada da, ulusal yasayı uluslararası anlaşmanın önüne geçirmiş olacaktır.

Eğer bir uluslararası anlaşmanın önceki yasa olması halinde dahi sonraki yasaya üstünlüğü ve genel yasa olması halinde dahi özel yasaya üstünlüğü tezi itibar görmeyecekse, çözüm, yukarıda da belirtmiş olduğum üzere,

Anayasanın 90. maddesinin tekrar değiştirilmesidir. Bu değişiklikle, temel hak ve özgürlüklere indirgenmiş olan sınırlandırmanın kaldırılması ve, hangi konuya ilişkin olursa olsun, uluslararası bir anlaşma ile ulusal yasa arasında fark olursa, uluslararası anlaşmanın hükümlerinin esas alınacağının belirtilmesi gerekir.

Aksi takdirde Türkiye, uluslararası yüklenimleri açısından güven vermeyen bir ülke konumuna düşebilir.

Şimdi başka bir konuya geçmek ve 6 ekim 2004 tarihinde yayınlanan AB Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu’nda Türkiye’de yargı ilgili olarak söylenenlerden bahsetmek istiyorum. Raporu okumuş olan değerli konuklarımızın görmüş olacakları üzere, 183 sayfalık bu raporda Türkiye’nin her alanda kaydettiği gelişmeler incelenmekte, AB ile şu veya bu şekilde ilgili her bir kurum ayrı ayrı ele alınmakta ve derinliğine irdelenmektedir. Bu raporla, deyim yerinde ise Türkiye’nin bir röntgen filmi veya MR’ı çekilmektedir.

Bu röntgen filminde, yargı erki konusu, raporda iki ayrı bağlamda yer almaktadır. Birincisi, yargı erki ile ilgili bölümde söylenenler. Bu bölümde yer alan değerlendirmeler, genellikle olumludur. Başka bir deyişle, öteki kurumlar için yapılan eleştirilerin dozu, yargı ile ilgili bölümde daha dengelidir ve yargı erkimizi yıpratıcı bir üslup yoktur. Bu bölümde daha fazla ağır basan eleştiri, yargı bağımsızlığı konusunda dile getirilen eleştiridir.

Yargı erkine yapılan atıflardan ikincisi ise, Türkiye’nin çeşitli alanlardaki performansı incelenirken, yargıya yapılan dolaylı atıflardır.

Bunlar arasında özellikle yüksek yargının, mahkemelerce verilen kararların AB normları istikametinde bozulması, gibi olumlu gelişmelere de yer verilmekte; fakat yargının AB’ye uyum açısından eksik kaldığı hususlara da değinilmektedir. Örneğin, reformların, savcılar tarafından bazen kısıtlayıcı biçimde yorumlandığı belirtilmekte; işkence ile suçlanan kamu görevlilerine karşı soruşturmaları her zaman hızlı ve yeterli şekilde sürdürmedikleri ifade edilmekte; yapılan yasa değişiklikleriyle,düşüncenin, şiddet içermeyen biçimde ifade edilmesi suç olmaktan çıkarıldığı halde halen bu konuda davalar açıldığı ve mahkumiyet kararları verilmekte olduğuna dikkat çekilmekte; kültürel hakları konusunda çıkarılan reform yasalarına rağmen bazı aydınların “adli tacizle karşılaştıkları”;  adli sürecin, reformların ruhuna uygun hale getirilmesi ihtiyacı dile getirilmektedir.

Bu ifadelerle, bir bakıma, AB’ye uyum sürecinde, yargının performansının, sürecin tümünü etkileyen önemli bir unsur olduğu vurgulanmış olmaktadır.

Sözlerime son verirken bu toplantının düzenleyicilerini tekrar kutluyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.