Avrupa ve Türkiye – Bölünmez bir Bütün, Berlin, 27-28 Ağustos 2004

AVRUPA VE TÜRKİYE – BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜN

Berlin, 27-28 Ağustos 2004

Neuhardenberg Şatosu Vakfı tarafından düzenlenen bu toplantı için Vakıf yetkililerini candan kutluyorum ve bana bu kadar seçkin bir topluluğa hitap etme imkanı sağladıkları için kendilerine teşekkür ediyorum. Henüz ikinci yaşını yeni tamamlamış bir Vakfın, böyle güncel ve incelenmesi karmaşık bir konuda toplantı düzenlemesi Vakfın, kendi alanında ne kadar iddialı bir kuruluş olduğunu da gösteriyor.

Ayrıca bu toplantının düzenlenmesinde Neuhardenberg Şatosu Vakfı ile işbirliği yapmış olan;

–              Istanbul Kültür ve Sanat Vakfını,

–              Berlin Werkstatt der Kulturen’i (Kültürler Atölyesini)

–              Alman Federal Siyasi Eğitim Merkezini, ve

–              Harrison /Parrot kuruluşunu,

konferansın düzenlenmesine yaptıkları katkı için kutluyorum ve Türkiye’yi bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu seçtikleri için kendilerine teşekkür ediyorum.

        Konferansımızın başlığı Avrupa ve Türkiye-Bölünmez bir Bütün” dür. Bu başlığı, konferansın düzenleyicileri seçmiştir. Acaba, Türkiye ve Avrupa gerçekten bölünmez bir bütün müdürler? Türkiye ne ölçüde Avrupa’nın bölünmez bir parçasıdır. Bu konuşmamda bu soruların cevabını tartışacağım.

        Eğer bu başlık, “Türkiye Avrupa’dan kopamaz. Koparsa bu iki parça yalnız başlarına varlıklarını sürdüremez” gibi iddialı bir anlamda kullanılıyorsa, ben bu kadar iddialı bir görüşe katılmıyorum. Bu iki parça, birbirlerinden bağımsız olarak da varlıklarını sürdürebilirler. Ancak, soruyu değiştirip, şöyle de sorabiliriz. “Bu iki parça ne ölçüde birbirlerini tamamlamaktadırlar, ne ölçüde ayni değerler sisteminin parçasıdırlar ve ne ölçüde birbirlerini güçlendirebilirler.”  Soruyu böyle sorarsak, o zaman alacağımız cevap farklı olur.

Ben, bu sorunun cevabını, 7 başlık altında vermeye çalışacağım. Birinci başlık şudur:

1. Türkiye ne ölçüde Üniversel değerler sisteminin parçasıdır?

        Türk halkı, AB ülkelerinin de kabul ettiği üniversel değerleri benimsemiş, hazmetmiş ve onu günlük hayatında yaygın biçimde uygulayan, kullanan bir halktır. Çünkü Batı ülkelerinin de benimsediği bu üniversel değerler, Türkiye’de yüzyıllar öncesinden beri benimsenmeye başlanmıştır. Nitekim, ilk sistematik modernleşme gayreti Türkiye’de,1800 lü yılların başında başlamıştır.

        Askeri alandaki bu ilk reformu, 1839 yılında gerçekleştirilen Tanzimat hareketi izlemiştir. Yeniden düzenleme, veya sadece Düzenlemehareketi olarak tercüme edebileceğimiz bu reform sayesinde, siyasi ve sosyal alanlarda birçok yenilikler yapılıyordu. 1856 yılında da Padişah, IslahatFermanı adıyla yeni bir reform yasası yayınlamıştır. Islahat, etimolojik olarak İyileştirme anlamına gelmektedir ve bununla Tanzimat hareketinin eksik kalan boyutları tamamlanıyordu. Osmanlı Devleti, bu reform ile, concert européen adı verilen Batılı devletler topluluğuna katılıyordu.

        Ancak Türkiye’ye bir bakıma çağ atlatan en kapsamlı reformlar, 1923 yılında cumhuriyetin kurulmasından itibaren başlatılan ve takriben on yıl süren Atatürk reformlarıdır. Bu reformlar, Medeni Kanundan, Ceza Kanununa ve Ticaret Kanununa, seçim yasalarından kıyafete, Arap alfabesinin terk edilerek Latin alfabesinin alınmasına kadar çok geniş alanları kapsıyordu.  Bu çapta bir reform, bu kadar kısa bir süre içinde, dünyada başka hiçbir ülkede gerçekleştirilememiştir.

        Türkiye’nin son birkaç yılda AB müktesebatına uyum için gerçekleştirdiği reformlar, Atatürk reformlarından sonra Türkiye’nin gerçekleştirdiği en kapsamlı reformlardır. AB’nin Genişlemeden sorumlu Komiseri Günther Verheugen, bu reformları nitelerken şöyle demiştir: “Türkiye’nin son 18 ayda gerçekleştirdiği reformlar, son 70 yılda gerçekleştirdiği reformlardan fazladır.”

        Verheugen’in haklı olarak  çok kapsamlı bulduğu bu reformlardan sonra Türkiye’nin AB’ye uyum için artık önemli bir eksiği kalmamış gibidir. Türkiye, çıkardığı yasalarla bu değerleri hem benimsemiş hem de yasal koruma altına almıştır. Türkiye, bu değişiklikleri kendi halkını bu değerlere layık gördüğü  için yapmaktadır ve Türk halkı bu değerleri benimsemektedir.

2. Türkiye Avrupa tarihinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır 

        İkinci olarak üzerinde durmak istediğim husus, Avrupa’nın tarihinin şekillenmesinde Türklerin oynadıkları roldür. Vaktiyle Osmanlı devletinin toprakları içinde yer almış Avrupa topraklarında bugün  9 devlet vardır. Bunlar, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan-ve-Karadağ, Bosna-Hersek, Romanya, Moldova ve Macaristan’dır. Ukrayna ve Avusturya’nın sadece bir bölümü, nisbeten daha kısa bir süre için Osmanlı Devleti’nin parçası olmuştur. Toplam sayıları 11 i bulan bu devletlerin halkları, geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı topraklarındaki birçok başka halklarla yüzyıllar boyunca ayni devletin vatandaşı olarak birlikte yaşamışlardır.  En geniş zamanında  Osmanlı toprakları Çeçenistan’dan Cezayir’e ve Viyana’dan Yemen’e kadar uzanıyordu. Bu bölgelerde şimdi 30 dan fazla devlet vardır. Bu Avrupa ülkelerinin halkları, Osmanlı döneminde, Devletin Asya ve Afrika’daki öteki  eyaletlerine gidip yerleşmişlerdir. Ayni şekilde, Avrupa dışı Osmanlı ülkelerinin halkları da, Balkanlardaki  Osmanlı topraklarına yerleşmişler ve oranın halkları ile karışmışlardır.

        Balkanlarda, birçok ırkların birbirine karışmasında; Orta-Doğu’da, Kafkasya ve Balkan kökenli çok sayıda nüfus bulunmasında, bu tarihi gerçeğin de büyük rolü vardır.

        Örneğin, Mısır Vatandaşlık Kanunu, kimin Mısır vatandaşı olabileceğini tanımlarken şöyle demektedir: “Osmanlı vatandaşı olup (Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden ayrıldığı) 1913 tarihinde Mısır’da ikamet edenler ve onların çocukları ve torunları Mısır vatandaşıdırlar.”  Benim Kahire’de görev yaptığım sıralarda, Paris’te yaşayan bir Yunanlı, dedesi Mısır’da yaşamış bir Osmanlı vatandaşı olduğu için, Mısır vatandaşlığını almıştı.

        Bugünkü Balkan devletleri arasındaki sınırlardan birçoğu Osmanlı devletinin eyalet veya vilayet sınırlarıdır.

        Osmanlı arşivlerinde, bu ülkelerin tarihini yakından ilgilendiren yüz milyondan fazla belge vardır. Bu belgeler arasında, tapu kaydı, nüfus kaydı gibi, o ülke vatandaşlarının bugünkü yaşamlarını ilgilendiren belgeler de vardır.

        Altı yüzyıl boyunca, Avrupa’da, bazen Osmanlı tehdidini karşılamak için Hıristiyan ülkeler kendi aralarında koalisyonlar kurmuşlar, bazen de Hıristiyan ülkeler başka Hıristiyan devletlere karşı Osmanlı devleti ile ittifaklar kurmuşlardır.

        Avrupa’nın ve özellikle Balkanların  tarihinin şekillenmesinde bu kadar önemli rol oynamış bir ülkeyi Avrupa’dan soyutlamak zordur.

Şimdi başka bir başlığa geçiyorum:

3. Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinin belli başlı kilometre taşları

Bu kilometre taşları, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin öteki ülkelerden ne kadar farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin üyelik süreci, hem şimdi üye olmuş ülkelerden, hem halen aday konumunda olan ülkelerden, hem de adaylığı henüz resmen tanınmamış olduğu halde AB’ye hangi tarihte gireceği dahi ilan edilmiş ülkelerden farklıdır.

–              1959 yılında, yani 45 yıl önce, Türkiye, o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu olan kuruluşa üye olmak için başvurmuştur. Böylelikle, Türkiye, kurucu 6 ülkeden sonra AB’ye katılmak için sıraya giren ilk ülke olmuştur.

–              1963 yılında Türkiye, AET ile bir Ortaklık Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmanın nihai hedefinin tam üyelik olduğu, anlaşmanın metninden anlaşılmaktadır. Böylelikle AB, Türkiye’nin üye olmasını 1963 yılında kabul etmiş olmaktadır.

–              1987 yılında Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yapmıştır. Türkiye bu başvurusunu, AB’yi kuran Roma Andlaşması’nın 237 maddesi uyarınca yapmıştır. Söz konusu madde, “Her Avrupa ülkesi, belli koşulları yerine getirmesi halinde, AB’ye üye olmak için başvurabilir” demektedir. Avrupa Birliği, bu talebi kabul etmiş ve işleme koymuştur. O halde,  Türkiye’nin bir Avrupa devleti olup olmadığı konusundaki tartışma 1987 yılında kapanmıştır.

–              1995 yılında Türkiye, AB ile bir gümrük birliği anlaşması imzalamıştır.

–              1999 Helsinki zirvesinde AB, Türkiye’nin aday ülke statüsünü resmen tanımış ve Türkiye’yi “öteki aday ülkelerle eşit muameleye tabi tutacağı” yolunda taahhütte bulunmuştur. Bir zirve kararı olduğuna göre, bu karar, Avrupa müktesebatının bir parçası haline gelmiştir ve AB ülkeleri için bağlayıcıdır.

–              2002 aralık ayında Kopenhag’ta yapılan AB zirvesinde, Türkiye ile ilgili olarak alınan kararda şöyle denilmektedir:

“Eğer 2004 aralık ayında yapılacak AB zirvesi Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmiş olduğu sonucuna varırsa, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri gecikmeksizin başlayacaktır.

Bu karar da AB müktesebatının bir parçasıdır ve üye ülkeleri bağlamaktadır.

        Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki bu kilometre taşları, Türkiye’nin AB içinde ayrıcalıklı ortaklık’tan daha ileri bir konuma esasen ulaşmış olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Almanya’da CDU-CSU’nun zaman zaman dile getirdiği, Türkiye’ye ayrıcalıklı ortak statüsü verilmesi fikrinin, zamanın gerisinde kalmış bir fikir olduğunu söyleyebiliriz.

        Zaten, AB’de “ayrıcalıklı ortaklık” diye bir statü mevcut değildir. Eğer böyle bir statü, sırf Türkiye’nin önünü kesmek için şimdi ihdas edilecekse, bu, futbol maçı başladıktan sonra oyunun kurallarının değiştirilmesi gibi bir şey olur. Bunun hakkaniyete uygun bir davranış olup olmayacağını da sizin takdirinize bırakıyorum.

4. AB Müktesebatına uyum için Türkiye’nin gerçekleştirdiği reformlar

AB’nin 2002 Kopenhag Zirvesinde aldığı karardan sonra Türkiye, daha önce başlatmış olduğu AB müktesebatına uyum reformlarına hız vermiştir. Gerek anayasada gerek yasalarda çok sayıda reform niteliğinde değişiklikler yapmıştır. Bunların belli başlıları şunlardır:

–              İfade hürriyeti, toplanma ve gösteri yürüyüşleri, din ve vicdan hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetlerin alanları genişletilmiştir.

–              Türkçe dışındaki dillerin öğrenilmesi, öğretilmesi ve bu dillerde radyo ve televizyon yayını yapılabilmesinin önündeki engeller kaldırılmıştır.

–              Dini cemaatlerin gayri menkul edinmelerinin önündeki engeller kaldırılmış ve bu cemaatlerin ibadet yerleri açabilmeleri kolaylaştırılmıştır.

–              Milli Güvenlik Kurulu’na sekretarya hizmeti veren kurumun başına sivil bir Genel Sekreter atanması sağlanmıştır. Milli Güvenlik Kurumunun, icracı değil istişari bir kurum olduğu göz önünde bulundurularak, MGK Genel Sekreterliğinin yetkileri de bu istişari statüye uygun hale getirilmiştir.

–              Parlamentonun, kamu harcamalarını denetim yetkisi, tüm askeri harcamaları da kapsayacak biçimde genişletilmiştir.

Bu reformlar gerçekleştirildikten sonra hükümet, kendi içinde, reformların uygulanışını izlemek üzere, Dışişleri, Adalet ve İçişleri Bakanlarından oluşan bir İzleme Komitesi kurmuştur. Reformların izlenmesi işi, her hafta yapılan Bakanlar Kurulu toplantısının sürekli maddesi haline getirilmiştir.

5. Türkiye AB’ye entegre olurken sorun yaşanır mı? 

        Almanya’da zaman zaman dile getirilen bir endişeye burada birkaç cümle ile değinmek istiyorum. Alman kamu oyunun bir kesimi, Almanya’daki Türk topluluğunun, yerel koşullara uyum sağlamada karşılaştığı güçlükleri görünce, haklı olarak, Türkiye’nin de AB’ye girdiğinde benzer uyum sorunları yaşayacağını düşünmektedir. Bu düşüncenin eksik yanlarını sizinle paylaşmak istiyorum: 1960 ların başında Almanya’ya gelen Türkler, Almanya’nın o tarihteki talebine uygun olarak, vasıfsız işçilerdi. Bunların Almanya’da uyum sorunları yaşadıklarını ve bir bölümünün halen dahi yaşamakta olduklarını biliyoruz. Fakat Türkiye’nin nüfusu, Almanya’nın o tarihte Türkiye’den istediği vasıfsız işçilerden ibaret değildir. Nitekim, şu anda Almanya’da 40 binin üzerinde iş yeri açarak 400 000 den fazla insana istihdam sağlayanlar işte o tarihte gelmiş vasıfsız işçilerin çocukları veya torunlarıdır. Bunlar, karşılaştıkları sayısız güçlükleri yenerek siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda Almanya’da temayüz emişler ve kendilerine toplumda saygın yerler açmışlardır. Bazıları Almanya’da büyük iş adamları arasına girmişler, bazıları meclislerinde, eyalet parlamentolarında veya Federal parlamentoda üyedirler; bazıları Avrupa Parlamentosunda Almanya’yı temsil etmektedirler.

        Ortalama Türk toplumu, fırsat verildiği zaman önemli işler başarabilen bu çalışkan insanlardan oluşmaktadır. Onların, Alman toplumuna uyum sağlamada bir sorunları yoktur.

6. Türkiye’nin katılmasından AB ne kazanacaktır? 

Şimdi başka bir başlığa geçiyorum: Türkiye’nin AB’ye girmesi AB’ye ne kazandıracaktır?

Her şeyden önce Türkiye’nin üyeliği AB’nin küresel rol oynama imkanını güçlendirecektir. Eğer AB dünya sahnesinde, güçlendirilmiş bir Serbest Ticaret Bölgesi olarak kalmak istiyorsa, bunu Türkiyesiz de yapabilir. Hatta AB, bunun ötesine geçerek dünya sahnesinde önemli bir rol oynamayı hedefliyorsa, bunu da Türkiyesiz yapabilir. Ancak Türkiye ile daha kolay yapabilir.

Türkiye, AB’nin şu sıralardaki gündeminde öncelikli sıraları işgal eden gelişmelerin vuku bulduğu yerlere yakın bir coğrafi bölgede bulunmaktadır. Nitekim NATO, dünyada, kendi üyelerinin güvenliği için tehdit olarak gördüğü 15 sıcak nokta tesbit etmiştir. Bunlardan 12 si ya Balkanlar, Orta-Doğu ve Kafkasya gibi Türkiye ile sınırdaş olan yerlerdir veya  Orta-Asya gibi Türkiye’nin tarihi veya kültürel bağlarla bağlı bulunduğu yerlerdir. Bununla, Türkiye olmazsa AB’nin, bu bölgelerde etkili olamayacağını söylemek istiyor değilim. Ancak, Türkiye ile işbirliği yaptığı takdirde AB, bu bölgelerde varlığını daha kolay, daha az masrafla ve daha az gayretle hissettirebilir. Türkiye’nin Irak krizinde oynadığı rol bunun somut bir kanıtıdır.

Türkiye, şu anda Avrupa ile Asya arasında devam etmekte olan yakınlaşma (rapprochement) sürecine ve çağdaş değerlerin Türkiye’ye komşu olan bölgelerde yayılmasına katkıda bulunmaktadır.

Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye üye olması, farklı kültürlerin ahenk içinde bir arada yaşayabileceğini de ortaya koyabilecek ve Avrupa’nın manevi dokusunu daha da zenginleştirecektir. Türkiye’nin AB kapısında bekletilmesi, İslam dünyasındaki kökten dinci kesimlerin ileri sürdükleri, AB’nin bir Hıristiyan Kulübü olduğu yolundaki propagandaya güç kazandıracaktır. Bu da İslam dünyası ile Hıristiyan dünyası arasındaki fay hattının daha da genişlemesine neden olacak ve Huntington’un ortaya attığı “uygarlıklar çatışması” tezini güçlendirecektir.

AB’ye üye olduktan sonra Türkiye, AB’nin Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikasına da katkıda bulunabilecektir. Türkiye, askeri alanda şimdiye kadar üstlendiği uluslararası görevlerde edindiği birikimle, AB’nin dünya sahnesinde oynayabileceği role somut katkıda bulunabileceğini ortaya koymuştur. Türkiye ile işbirliği halinde Batı dünyasının taraf olabileceği anlaşmazlıkların önlenmesi ve çözümü herhalde daha kolay olacaktır.

Ekonomik alanda, coğrafi konumu ve genç nüfusu nedeniyle Türkiye, AB için yararlı bir ortak olabilir.

Türkiye, jeo-stratejik açıdan önemli bir coğrafi bölgede bulunmaktadır. Avrupa’yı Asya’ya ve Orta-Doğu’ya bağlayan kara köprüsüdür. Karadeniz havzasındaki Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan gibi çok sayıda ülkeyi sıcak denizlere, Akdeniz’e, ulaştıran deniz yolu Türk boğazlarından geçmektedir.

İran, Irak, Hazar Denizi Havzası ve Orta Asya gibi gaz ve petrol kaynaklarının bulunduğu bölgeler ile Avrupa arasındaki en ekonomik yol da Türkiye’den geçmektedir.

 İstatistiklere göre, Avrupa, ciddi bir yaşlanmış nüfus sorunu ile karşı karşıyadır. 0-15 yaş grubundaki nüfusun toplam nüfusa oranı, 15-ler Avrupa’sında % 18 cıvarındadır. AB’ye yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinde yaşlanmış nüfus sorununun daha da vahim olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de ise bu oran % 30 dur. Bu genç nüfus farkı, 2030 yılından itibaren daha bariz biçimde ortaya çıkacaktır. Çünkü bugün, 0-15 yaş grubunda olan nüfus, o tarihte 20-35 yaş grubunda, yani en doğurgan çağda olacaktır. Türkiye’nin sağlayabileceği bu imkan,  Avrupa’nın nüfus yaşlanmasından kaynaklanan sorununu hafifletmeye katkıda bulunabilir.

Türkiye’nin 1996 yılından beri AB ile gümrük birliği içinde olduğunu yukarıda söylemiştim. Başka bir deyişle sınai mallar 8 yıldan beri Türkiye ile AB ülkeleri arasında serbestçe dolaşmaktadır. Türk sanayii, 8 yıldan beri AB sanayileriyle rekabet edebilecek düzeyde olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır. Bu da AB’ye girdikten sonra Türk sanayiinin ciddi bir uyum sorunu yaşamayacağını ortaya koymaktadır.

İşgücünün serbest dolaşımı konusu, zaman zaman, kamu oyuna saptırılmış olarak takdim edilmektedir. Bu konuda iki hususun altını çizmekte yarar vardır. Birincisi, İspanya ve Portekiz örneği göstermiştir ki, AB’ye girdikten sonra bu ülkelerdeki işsizlerin Almanya ve Fransa gibi sanayileşmiş AB ülkelerini istila edecekleri ileri sürülmüştü. Halbuki gerçekte bunun tam tersi olmuş, AB’ye girmelerinden sonra, Fransa ve Almanya’daki İspanyollar ve Portekizliler, aksine, kendi ülkelerine dönmeye başlamışlardır. Türkiye konusunda benzer bir gelişme olması ihtimali daha da büyüktür.

İkincisi, AB’ye katılım müzakereleri 31 başlık altında yürütülecektir. İşgücünün serbest dolaşımı bunlardan biridir. Her başlık müzakere edilirken, karşılıklı istisnalar da tanınmaktadır. Şimdiye kadar bu konu hep böyle müzakere edilmiştir. Herhalde Türkiye ile de böyle müzakere edilecek ve tereddüdü olan ülkeler birbirlerinden farklı istisnalar talep edeceklerdir. Başka bir deyişle, bu konuyu, sadece Türkiye için ortaya çıkıyormuş gibi takdim etmek yanıltıcı olur. Birçok Batılı gözlemci, AB ülkelerinin Türkiye’den gelecek iş gücünü engellemek değil, teşvik etmek için önlem almak zorunda kalacağı görüşündedir.

Bir de unutmamak gerekir ki, evet Türkiye, 70 milyonluk bir istihdam kaynağıdır, fakat ayni zamanda, AB endüstrileri için de 70 milyonluk bir pazardır. AB endüstrileri bu pazara hiçbir engel olmadan girme hakkı kazanacaklardır.

7. Türkiye Avrupa Birliğinden ne bekliyor

        Şimdi sonuncu başlığa geçmek istiyorum. Bütün bunları yaptıktan sonra Türkiye Avrupa Birliğinden ne beklemektedir?

        Türkiye Avrupa Birliğinden, iki şey beklemektedir:

        1. AB, Türkiye’ye karşı taahhütlerini yerine getirmelidir

Birincisi, çeşitli AB zirvelerinde alınmış olup AB müktesebatının parçası haline gelmiş Türkiye ile ilgili kararları uygulamasını beklemektedir. Uluslararası ilişkilerde “Pacta sund servanda” diye Latince bir tabir vardır. Buna Türkçede “Ahde vefa” kuralı diyoruz. “Yapılan anlaşmalara uyulması gerekir” anlamına gelir. Eğer bu kurala uyulmazsa uluslararası ilişkiler bir kaosa dönüşür. Türkiye, AB’den bir lütuf istemiyor, sadece, yüklendiği taahhütlere uymasını istiyor.

        2. Eşit muamele

İkincisi, 1999 AB zirvesinde Türkiye’nin öteki aday ülkelerle eşit muameleye tabi tutulacağı taahhüt edilmişti. Bu taahhüde bu güne kadar uyulmamıştır. Türkiye, bu taahhüde, en azından bundan sonra uyulmasını beklemektedir. Bu söylediğimi üç örnekle biraz daha açayım:

a)           Kopenhag kriterlerine uyulmasını ön şart olarak ileri sürmek

Birinci örnek,  AB’nin, Kopenhag siyasi kriterlerine uyulmasını Türkiye için ön koşul olarak ileri sürmesi, öteki aday ülkeler için sürmemesidir. Bir aday ülke için 2002 yılında yayınlanan “İlerleme Raporu”nda, o ülke için şöyle bir ifade yer alıyordu: “(Söz konusu ülke) ile katılım müzakereleri iki yıl önce başlamış olduğu halde, bu ülke halen Kopenhag siyasi kriterlerine uymamaktadır”. Bu ifadenin anlamı şudur. AB, Kopenhag siyasi kriterlerine uymayan bir ülke ile katılım müzakerelerini başlatabilmekte ve iki yıl boyunca bu müzakereleri sürdürebilmektedir. Hakkında böyle bir İlerleme Raporu bulunan o ülke, şu anda, AB üyesi olmuştur. Bu durumda, o ülke için müzakereler başlatılabilmişse Türkiye için neden başlatılamadığı sorusu cevapsız kalmaktadır.

        Burada belirtilmesi gereken bir başka husus da, Kopenhag kriterlerinin, esasen, AB’ye katılım müzakerelerine başlamak için değil, tam üye olmak için bir ön koşul olmasıdır.

b) AB’nin, reform yasalarının uygulanışını görmek istemesi

        AB, hiçbir aday ülke için, çıkardığı uyum yasalarının uygulanış tarzını da görmeyi ön şart olarak ileri sürmediği halde, Türkiye söz konusu olunca bir de bu şartı ileri sürmeye başlamıştır. Türkiye, çıkardığı yasaları, tabii ki, uygulamak amacıyla çıkarmaktadır.

        Burada iki konuyu birbirinden iyi ayırmamız gerekmektedir. Türkiye’de zaman zaman, örneğin, polis karakollarında kötü muamele, işkence gibi hak ihlalleri olmaktadır. Bunlara bakarak, Türkiye’de, işkenceyi yasak etmek için çıkarılan yasaların uygulanmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Bence hayır. Çünkü burada bakmamız gereken şey, devletin, işkence suçunu işleyen kamu görevlisi hakkında gerekli her türlü işlemi müsamahasız bir şekilde yapıp yapmadığıdır. Eğer işkence veya kötü muamele yapan kamu görevlisini cezalandırıyorsa, devlete atfedilebilecek bir eksiklik yoktur. Bunu zaman zaman İtalyay’da karşılaştığımız kan davası (vendetta) veya Almanya’da karşılaştığımız yabancı düşmanlığı olayları ile mukayese edebiliriz. Bu tür olaylar her iki ülkede de yasalara aykırıdır. Ancak, zaman zaman, ortaya çıkması önlenememektedir. Biz bu tür olaylara bakarak Italya’nın veya Almanya’nın, çıkardığı yasaları uygulamadığı sonucunu çıkarmıyoruz. Almanya, bu tür suçların önlenmesi için elinden geleni yaptığı sürece uygulamayı doğru yapıyor demektir.

        Ayrıca her yıl, AB üyesi ülkeler, müktesebata aykırı hareket etmiş olmaları nedeniyle, Lüksemburg’taki Avrupa Mahkemesi tarafından mahkum edilmektedirler.

        Türkiye’de de, devletin sıfır tolerans göstermesine rağmen, zaman zaman vukua gelen ihlalleri de bu çerçevede mütalaa etmek ve bu aksaklıkları Türkiye’nin karşısına engel olarak çıkarmamak gerekir.

 c) Kıbrıs sorunu

Kıbrıs sorunun çözülmesi, pek tabii ki Kopenhag siyasi kriterlerinin parçası değildir. Buna rağmen, görüştüğümüz tüm AB yetkilileri, Kıbrıs sorununun çözümlenmesini Türkiye’nin AB’ye girmesinin önünde bir engel olarak gördüklerini Türkiye’ye söylemişlerdir. Ayni engel, Kıbrıs sorununun öteki tarafı olan Kıbrıs Rum kesiminin karşısına çıkarılmamıştır. Başka bir deyişle, Kıbrıs sorununu çözmeden AB’ye girmek Kıbrıs Rum kesimi için bir engel olarak görülmüyor, sıra Türkiye’ye geldiği zaman ise, bu sorun bir engel olarak görülüyor. Bunun, eşit muamele olup olmadığını siz değerli dinleyicilerin takdirine bırakıyorum.

Şimdi bir de üstüne üstlük, Rum tarafı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin, AB tarafından da benimsenen çözüm planını reddetmiş, buna rağmen AB’ye girmiştir. Kıbrıs Türk tarafı BM Planını kabul etmiş, buna rağmen AB’ye alınmamıştır

Sonuç

Türkiye’nin AB’den talep ettiği şey, yarın AB’ye üye olmak değil, AB tarafından kendisine vaad edildiği çerçevede katılım müzakerelerine, gecikmeksizin başlamaktır. Türkiye buna hazırdır ve hatta Türkiye, birçok üye ülkenin müzakerelere başladığı tarihte bulunduğu noktadan daha ilerideki bir noktadadır.

Tekrar başlığa dönmek gerekirse, Avrupa ve Türkiye birlikte hareket ettikleri zaman, yalnız başlarına başarabileceklerinden daha fazlasını başarabilirler. Başta Almanya olmak üzere, AB ülkeleri, bu konuda tarihten gelen ön yargıların esiri olmaktan kurtulabilmelidirler.

Türkiye’nin AB’ye üyeliği kararı siyasi bir karardır. Türkiye bunun bilincindedir. Bu nedenle de konuyu sadece teknik boyutlara indirgemeye çalışmıyor. Ancak AB ülkelerinin de bu siyasi kararı alırken, geçici iç politika mülahazalarını bir yana bırakıp gerek kendi ülkelerinin gerek AB’nin uzun vadeli çıkarlarını iyi teşhis edeceklerini ümit etmek istiyoruz.

 Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.