Aliağa Kültür Festivali, Açış konuşması, Aliağa (İzmir), 1 Eylül 2005

ALİAĞA KÜLTÜR FESTİVALİ

Aliağa (İzmir), 1 Eylül 2005

 

Aliağa Uluslararası Kültür Festivaline hoş geldiniz.

Sonbahar ayları dünyanın birçok yerinde festivaller dönemidir. Sanayi toplumuna geçişten öncesine uzanan bir gelenekle, hasatların kaldırılmasından sonra, insanların, hem hasat ettikleri mahsul için inandıkları Tanrılara şükretmeleri, hem de yorgunluklarını unutmaları için bu tür festivaller düzenlenmektedir.

Bu bölgenin en büyük gelir kaynağı turizm olduğu halde ve turizm mevsimi henüz kapanmadığı halde biz bu festivali yine de şimdi yapıyoruz. Çünkü bu festivalin neşesini Türk ve yabancı turist konuklarımızla paylaşmak istiyoruz.

Türk halkı Ege’yi, iki yakasındaki halkı birbirinden ayıran değil, birleştiren bir deniz olarak görmek istediği için, bu festivalin neşesini Yunan dostlarımızla paylaşmaya karar verdik. Bu nedenle dostumuz Yunanistan’ın Turizm Bakanı lütfedip aramıza katıldı. Kendisine ayrıca hoş geldiniz diyorum.

Türk ve Yunan halklarının birbirlerine kaynaşmakta herhangi bir sorunları olmadığını bu bölgenin halkı gayet iyi bilir. Ben bunu 39,5 yıllık hariciye mesleğimde bizzat yaşadım. Görev yaptığım her ülkede en yakın arkadaşlarım daima Yunanlı diplomatlar olmuştur. Ege kıyılarında tatil yaparken, coğrafyanın da adeta bizi dost olmaya mahkum etmiş olduğunu görüyorum.

Türkiye turizm pazarına geç girmiştir. Bunun sonucu olarak birçok Akdeniz ülkeleri turizmden büyük gelirler elde ederken Türkiye bu pastadan yeterli pay alamamıştır. Bu pazara geç girmiş olmak kesin olarak bir dezavantaj iken, Türkiye bu dezavantajı şimdi bir avantaj haline döndürmek üzeredir. Bunu iki kürlü yapmak imkanı vardır. Birincisi, turistik tesisleri 1960 ların ve 80 lerin ihtiyacını karşılayan birinci ve ikinci kuşak tesisler yerine 21 yüzyılın ihtiyaçlarını karşılayan üçüncü kuşak tesisler olarak inşa etmek. Türkiye bunun bilincine varmıştır ve son yıllarda Türkiye’de inşa edilen turistik tesislerin hemen tamamı, bu pazara daha önce girmiş ülkelerden hiçbirinde bulunmayacak kadar modern ve 21. yüzyıl turistinin beklentilerine cevap verecek niteliktedir.

İkincisi, turizm pazarına daha önce girmiş ülkelerin, özellikle çevreyi koruma konusunda yaptıkları hataları Türkiye’nin tekrarlamaması gerekir. Çünkü o ülkelerin kıyı şeritlerindeki betonlaşma, telafisi hemen hemen imkansız zararlar vermiştir. Biz o hatalardan yeteri kadar ders alıyor muyuz? Maalesef, rahatlıkla, “Evet, ders alıyoruz” diyecek durumda hissetmiyorum kendimi.

Türkiye Avrupa Birliği yolunda ilerlemeye devam ettikçe, öteki alanlar meyanında çevrenin korunmasına da gereken ihtimamı göstermek zorunda herhalde kalacaktır. Bu, Avrupa Birliğine katılma yolundaki çabalarımızın önemli bir yan ürünüdür.

Avrupa Birliği deyince Yunanistan’ın Türkiye’ye verdiği destek için teşekkür etmeden geçmek istemiyorum. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan başka ülkeler de bulunduğu halde, karşı çıkan tek ülke Yunanistan’mış gibi gösterilerek Türkiye’yi oyalamanın vebali uzun yıllar Yunanistan’a yükleniyordu. Bu durumu geç de olsa idrak eden Yunanistan, sonunda Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmadığını açıkça ilan etmek suretiyle, dış politikasında önemli bir viraj aldı. O gün bu gündür Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler doğal mecraına oturmaya başlamıştır. Yunanistan, Türkiye ile aralarındaki çok sayıda ikili sorunun AB bünyesinde daha kolay çözümlenebileceğini düşünmüştür. Türkiye AB dışında kalırsa, bir yandan Yunanistan AB’nin en doğudaki sınırı haline gelecek, öte yandan da Türkiye ile iki sorunları da belki iyice müzminleşecekti.

Şu sıralarda Yunanistan, Türkiye’nin AB içindeki en güçlü destekçilerinden biridir. Hatta, Fransa’nın Kraldan daha kralcı bir tutum izlemesi karşısında, Yunanistan hükümeti, kendi kamu oyu karşısında güç durumda kalmıştır. Fransa’nın peşine takılmanın ne Kıbrıs sorununun ne de Türkiye ile ikili sorunların çözümüne katkısı olmayacağını gördüğü için de bugüne kadar kendisini Fransa’nın tutumu ile özdeşleştirmemiştir.

Türkiye, kendisine olan öz güveni artarak, AB yolunda ilerlemektedir. Hükümetlerimizin şimdiye kadar gerçekleştirdikleri reformlar, Türk halkını layık olduğu hayat seviyesine kavuşturmak için yapılmış reformlardır. Bu reformlar, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri başladıktan sonra hızlanarak devam edecektir.

Biz, Türkiye’nin, Kopenhag kriterlerini yerine getirmeksizin AB’ye alınmasını talep ediyor değiliz. Öte yandan, AB’den Türkiye için bir lütfu yapmasını da istiyor değiliz.Türkiye’nin AB’ye üye olması halinde bunun, Türkiye’ye de, AB’ye de yararı olacaktır. Hatta, Avrupalı birçok saygın düşünce kuruluşunun raporlarında belirtildiği üzere, Türkiye’nin AB’ye girmesinden daha büyük yarar sağlayacak taraf Türkiye değil Avrupa Birliğidir. Bu nedenle Avrupa Birliğinin, Türkiye’ye bir lütuf yaptığını zannetmekten vazgeçmesinin zamanı gelmiştir kanısındayız. Türkiye, AB üyesi olmaksızın da bölgede ağırlıklı bir ülke olarak varlığını sürdürür, ancak AB, Türkiye’nin yapabileceği katkılardan mahrum kalmış olur.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.