Aralık 2011 – ARAP BAHARI VE TÜRKİYE

Bu makale MÜSİAD tarafından çıkarılan Çerçeve dergisinin
57. sayısında yayımlanmıştır, Aralık 2011, sh. 114-123

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE
Yaşar Yakış, Dışişleri eski Bakanı

2011 yılı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki birçok ülkede çok önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu ülkeler şunlardır: Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Yemen ve Bahreyn. “Arap Baharı” adı verilen bu gelişmeler, 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta meydana gelen bir olayla başlamıştır. Muhammed Buazizi adında 27 yaşında bir genç, seyyar satıcı arabasının belediye zabıta memurları tarafından elinden alınmasını protesto etmek için kendini yakmıştır. Buazizi’nin intiharından sonra birçok Arap ülkesinde de benzer intihar olayları yaşanmıştır. Cezayir’de de benzer nedenlerle 3 kişi kendisini yakmıştır. Ayni şekilde Mısır’da ve Suudi Arabistan’da da kendini yakanlar olmuştur. Ayrıca bir Faslı Sicilya’da, bir İranlı da Amsterdam’da yine benzer nedenlerle kendini yakmıştır.
Her bir Arap ülkesinde, intiharı takip eden olaylar birbirinden farklı şekilde gelişmiştir. Cezayir’de protestolar bastırılmış, Suudi Arabistan’da kendini yakan şahsın kimliği dahi açıklanmamış, Sicilya ve Amsterdam’daki olaylar birer günlük haber düzeyinde kalmıştır.
“Arap Baharı”ndan etkilenen ülkelerden Yemen’de olaylar, Bahreyn’de de gerginlik halen devam etmektedir. Fakat bu yazımın konusu, Türkiye’yi daha yakından ilgilendirmesi nedeniyle Suriye, Libya ve Mısır’daki gelişmelerle sınırlı kalacaktır.
Ben bu yazımda şu üç soruya cevap arayacağım:
– Arap Baharı Türkiye’nin dış siyasetini nasıl etkilemiştir?
– Türkiye’nin bu gelişmeler karşısındaki tutumu nedir?
– Türkiye, bundan sonra nasıl bir yol izlemelidir?
Suriye, Libya ve Mısır’a geçmeden önce gelişmelerin tetiğinin çekildiği yer olması nedeniyle Tunus’tan da kısaca bahsetmek gerekir.
Tunus
Muhammed Buazizi’nin kendini yakması, Tunus’ta halkın sokaklara dökülmesine ve hükümet karşıtı protestoların artmasına sebep olmuş; bunun sonucunda da Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali, 23 yıllık iktidarını terk etmiş; 14 Ocak 2011 günü ülkesinden ayrılarak Suudi Arabistan’a sığınmıştır.
Olayların gelişme tarzı, Tunus halkının yönetimden şikâyetlerinin bir patlama noktasına zaten ulaşmış olduğunu ve patlamak için bir kıvılcım beklemekte olduğunu göstermektedir. Tunus’taki bu olay ile daha sonraki haftalarda başka Arap ülkelerinde meydana gelen olaylar arasında aslında doğrudan bir ilişki bulunmamakla birlikte, o ülkelerde de halkın yönetimlerden şikâyetlerinin Tunus’ta olduğu gibi patlama noktasına ulaşmış olduğu ve onların da bir kıvılcım beklemekte oldukları ortaya çıkmaktadır.
Tunus’ta oluşturulan geçici yönetim vaad ettiği seçimleri 23 Ekim 2011 tarihinde yapmış ve En-Nahda adlı parti 217 sandalyelik parlamentoda 90 sandalye kazanarak seçimin galibi olmuştur. Bu parlamento bir yıl süreyle Kurucu Meclis olarak görev yapacak ve yeni anayasayı hazırlayacaktır. Nahda’nın geçici hükümet kurabilmesi için, seçimlerde kendisinden sonra en çok oy alan üç büyük partiden biriyle koalisyon yapması gerekmektedir. Koalisyon ortaklarının hükümette yer almak için ne gibi şartlar ileri sürecekleri bilinmemektedir. Ancak öteki partilerin oy oranları Nahda’nınkinin üçte birinden dahi az olduğu için kurulacak hükümet Nahda partisi tarafından şekillendirilecektir.
Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi 22 yıl İngiltere’de yaşadıktan sonra Tunus’a dönmüş ve partisinin seçim kampanyasını yürütmüştür. Tunus hem Arap ülkelerindeki halk hareketlerini başlatmış hem de demokratik kurallara uygun bir seçimi başarıyla gerçekleştirmiş ilk Arap ülkesi olmuştur. Seçimde İslami kökenden gelen bir partinin en güçlü parti olarak çıkması ve Mısır seçimlerinde de buna benzer bir sonuç alınmış olması Tunus deneyimini daha da önemli kılmaktadır. Çünkü öteki Arap ülkelerinde de benzer siyasi oluşumların veya partilerin öne çıkması beklenebilir. Değişim geçiren öteki Arap ülkeleri, bundan sonra izleyecekleri politikada, Tunus deneyiminde çok sayıda esin kaynağı bulabileceklerdir.
Libya
Libya’da olaylar, güvenlik güçlerinin 15 Şubat 2011 tarihinde Bingazi’de hükümet aleyhtarı gösteri yapan halkın üzerine ateş açmasıyla başlamış ve sonra öteki kentlere yayılmıştır. Fransa’nın önayak olmasıyla, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 17 Mart günü, “sivilleri Kaddafi askerlerinden korumak amacıyla” Libya’ya askeri müdahalede bulunma kararı almıştır. NATO üyesi ülkelerden oluşan bir gönüllüler koalisyonunun sağladığı askeri katkılarla çok sayıda hava saldırıları gerçekleştirilmiştir. Kara harekâtı ise Kaddafi karşıtlarının kurduğu Ulusal Geçici Konsey’e bağlı çoğu paralı askerlerden oluşan gruplar tarafından gerçekleştirilmiş, bazı NATO devletleri bu rejim karşıtlarına eğitim veya istihbarat desteği sağlamıştır. Batılı ülkelerin müdahalesi olmasaydı, bu sokak hareketlerinin ülkenin geneline yayılması, bunun bir toplu başkaldırmaya dönüşmesi ve Kaddafi’nin öldürülmesiyle sonuçlanması mümkün olamazdı.
Türkiye başlangıçta NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkmış fakat sonradan, isabetli bir kararla, NATO harekâtının dışında kalmanın sakıncalı olacağını değerlendirerek gayri-muharip güçle harekâta katkıda bulunmuştur. 20 Ekim 2011 günü Kaddafi yakalanarak öldürülmüş ve Geçici Konsey Libya’da Kaddafi sonrası seçimlerinin 8 ay içinde yapılacağını ilan etmiştir.
Ancak Libya’da gelecek, belirsizliklerle doludur ve iyimser bir tahmin yapmak zordur. Çünkü Kaddafi karşıtları, parti veya siyasi hareket olarak örgütlenmiş değillerdi. Kaddafi sonrasında her kabile veya “ihtilal” sırasında şu veya bu şekilde aktif görev yapmış olan her kesim, Libya’nın geleceğinde ve özellikle petrol gelirlerinin paylaşılmasında söz sahibi olmak isteyecektir. İhtilal, her iki tarafın da silahları ellerinde iken sona ermiştir. Gelecekte bu silahları, kimin kime karşı kullanacağı belli değildir. Ülkede siyasi örgütlenme geleneği oluşmadığı için kimin hangi siyasi programla ortaya çıkacağı ve tabandaki desteğinin ne olduğu şu anda kestirilememektedir.
Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD, Libya’daki gelişmeleri yönlendirmek ve şekillendirmek için çabalarını çoktan başlatmış bulunmaktadırlar. ABD, savunma sanayii alanını ele geçirmeye çalışmakta; Fransa, İngiltere ve İtalya ise, Kaddafi’nin devrilmesi için büyük “fedakârlıklar” yaptıklarına inanmakta ve bunun karşılığında, Libya petrollerinden sırasıyla % 30, 20 ve 15 hisse almak için yoğun müzakereler yürütmektedirler.
Mısır
Mısır’da Mubarek sonrası rejime geçiş daha düzenli biçimde gerçekleşmektedir ve süreç henüz tamamlanmamıştır. Mısır’ın Arap âleminde önemli bir ülke olması nedeniyle orada meydana gelen gelişmeler gerek Orta Doğu’daki ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerini gerek tüm dünyayı yakından ilgilendirmektedir. 25 Ocak 2011 günü Kahire’nin Tahrir adı verilen meydanında başlayan barışçı protesto gösterileri sonradan sertleşerek Cumhurbaşkanı Hüsnü Mubarek’in görevden çekilmesine neden olmuştur. Yönetim Genelkurmay Başkanı Mareşal Tantawi’nin başkanlığındaki Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi tarafından devralınmıştır.
Mısır’da Halk Meclisi seçimlerinin birinci turu 28 Kasım 2011 günü yapılmıştır. Mısır’daki seçim sistemine göre ülkedeki 27 seçim bölgesi dokuzarlık üç gruba ayrılmış olup, ilk 9 bölgedeki seçim 28 Kasım günü tamamlanmış olmaktadır. Geri kalan 18 bölgenin 9 undaki seçimler 3 hafta sonra, en sona kalan 9 bölgede ise 6 hafta sonra yapılacaktır. 28 Kasımda seçim yapılan 9 bölgedeki sonuçlara göre Müslüman Kardeşler tabanına dayanın Özgürlük ve Kalkınma Partisi oyların 36.6 sını kazanarak en güçlü parti olarak ortaya çıkmıştır. İkinci en güçlü parti ise, oyların % 24.4 ünü alan En-Nur partisi olmuştur. Bu parti Müslüman Kardeşlerden daha muhafazakar olan Selefiler tabanına dayanmaktadır. 28 Kasım tarihindeki seçimlerin büyük bir bölümü Kahire’deki seçim bölgelerinde yapılmıştır. Müslüman Kardeşler Örgütünün daha güçlü olduğu seçim bölgeleri ise büyük kentlerin dışındadır. Bu nedenle geri kalan 18 bölgedeki seçimler de tamamlandığı zaman Özgürlük ve Kalkınma Partisi’nin oy oranlarını arttırması ihtimali büyüktür. Bu seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan Meclis, 100 üyeli bir Anayasa Yazma Heyeti oluşturacak, o heyetin yazdığı Anayasa onaylandıktan sonra da yeni Cumhurbaşkanını seçilecektir.
1. Hürriyet ve Adalet Partisi –Müslüman Kardeşler-: % 36.6
2. En-Nur –Selefi-Muhafazakar İslam- : % 24.4
Sürecin böyle geniş bir zaman dilimine yayılmış olması, şimdiye kadar bir siyasi parti olarak örgütlenememiş siyasi hareketlere örgütlenme, kampanya yürütme ve kendilerini anlatma imkânı verecektir. Geçmişte yapılan seçimler demokratik ortamda gerçekleşmediği için, siyasi hareketler, kamuoyundaki desteklerinin hangi boyutlarda olduğu konusunda isabetli tahminlerde bulunamamaktadırlar.
Tahrir meydanında Mısır’daki olayları başlatan gençlik grupları, seçimlerin bu kadar ileri tarihlere ertelenmesine tepki göstermekte, bunun için askeri yönetimi eleştirmekte; bu yönetimin Mubarek zamanındaki yapıyı değiştirmek için yeteri kadar çaba sarf etmediğini; işi uzatarak Tahrir hareketini başlatanların heveslerinin aşındırmaya çalıştığını ileri sürmektedirler.
Başbakanımızın Mısır’a ziyareti sırasında laiklik konusunu dile getirmesi Müslüman Kardeşler hareketinin bir kesimi dışında Mısır kamuoyunun büyük bir kesimi tarafından olumlu karşılanmıştır. Mısırda hangi parti iktidara gelirse gelsin Başbakanımızın bu beyanının etkisi öngörülebilir bir gelecekte hissedilmeye devam edecektir. Mubarek döneminde yürürlükte olan Mısır Anayasasının 2. maddesinde “Mısır’da yasaların temel kaynağının şeriat olduğu” yolunda bir hüküm vardır. Bu hüküm askeri yönetim tarafından kabul edilen geçici Anayasaya da aynen aktarılmıştır. Şu sıralarda seçimlere hazırlık yapan siyasi partilerin ve siyasi hareketlerin büyük bir çoğunluğu da gelecekte kaleme alınacak Anayasada da bu hükmün korunması gerektiği görüşündedirler. Bir çelişki gibi görünecektir ama Mısır’daki Ortodoks Kıptilerin dini lideri olan Papa III. Şenuda da bu hükmün gelecekteki Anayasada korunmasından yanadır. Çünkü bu hüküm Anayasada yer almazsa, Mısır toplumunda Ortodoks Kıptiler aleyhine bir kamplaşmanın ortaya çıkacağı ve kamuoyunun bileneceği görüşündedir.

Gelecekteki Mısır Anayasasında bu hükmün yer alıp almayacağı önemli olmakla birlikte, gerek Mısır’da gerek öteki Arap Baharı ülkelerinde demokrasinin geleceğini, sadece çıkacak yasalara endekslemek doğru olmaz. O yasa metinleri kadar zihniyetlerin nasıl bir evrim göstereceği de önemlidir. En demokratik ülkelerdeki yasalar bu Arap ülkelerine aynen aktarılsa dahi, yasa uygulayıcılarının ve genel olarak toplumun zihniyeti değişmezse o mükemmel yasalar yalnız başlarına söz konusu ülkeleri düzlüğe çıkarmaya yetmeyecektir.

Bu gidişle, Mubarek öncesi ile sonrası arasındaki fark muhtemelen seçimlerin demokratik kurallara biraz daha yakın biçimde cereyan etmesinden ibaret kalacaktır. Eski yapı ufak iyileştirmelerle yerinde kalacak, askerler Mısır yönetimindeki ağırlıklı konumlarını muhtemelen sürdürmeye devam edeceklerdir.
Türkiye ile Mısır arasındaki muazzam işbirliği olanakları bir türlü harekete geçirilememektedir. Bunda her iki ülkenin de birbirini yeteri kadar tanımamasının rolü büyüktür. Mubarek sonrası dönemde de Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerde önemli bir değişiklik beklenmemelidir. Ancak ekonomik alandaki işbirliği sayesinde, ikili ilişkilerin daha da derinleşmesi beklenebilir.
Mısır’da görev yaptığım 1995-99 yılları arasında iki ülke Devlet Başkanı arasında, bir tam gün süren gayri resmi ve gündemsiz toplantılar yapılması uygulaması başlatmıştık. Bu uygulama resmi toplantılardan çok daha başarılı sonuçlar vermişti. Mübarek sonrası Mısır’ında taşlar yerine oturduktan sonra buna benzer bir mekanizmanın tekrar başlatılmasının yararlı olacağına inanıyorum.
Suriye
Suriye’deki gelişmeler Orta Doğu’daki bütün ülkeleri yakından ilgilendirmektedir. “Orta Doğu’da Mısır olmadan savaş yapılamaz, Suriye olmadan barış yapılamaz” diye bir söz vardır. Bu söz Suriye’nin Orta Doğu’da ne kadar aktif ve etkili olduğunun bir göstergesidir. Batı ülkeleri Suriye’deki gelişmeleri, esas itibariyle, Orta Doğu’daki genel dengelerin ve özellikle İsrail’in güvenliğinin nasıl etkileneceği açısından izlemektedirler. Bu gelişmeler Türkiye’yi tüm ülkelerden daha çok ilgilendirmektedir. Çünkü Türkiye ile Suriye arasında çok uzun bir ortak sınırı vardır. Halkları birbirleriyle akrabadır ve İran’la ilişkileri Orta Doğu’daki güç dengesinin İran lehine bozulmasına sebep olabilir.
Suriye’deki iç karışıklıklar, hemen hemen her gün 20-25 rejim muhalifinin öldürülmesiyle vahametini sürdürmektedir. Arap Birliği 2 Kasım 2011 tarihinde, tutukluların serbest bırakılmasını, askerlerin kentsel yerleşim merkezlerinden çekilmesini, basın ve medya mensuplarının serbest hareketine izin verilmesini ve muhalefetle müzakerelere başlanmasını öngören bir Plan kabul etmiş; Suriye bu Plana uymazsa Arap Birliğindeki üyeliğinin askıya alınacağını açıklamıştır. Suriye bu Plana uymadığı için 12 Kasım tarihinde üyeliği askıya alınmış ve Suriye’ye yaptırım uygulanması için Arap Birliğinin Birleşmiş Milletler nezdinde girişimde bulunması kararlaştırılmıştır.
Bu kararın Türkiye için önemi, Esad rejimine karşı durma konusunda Türkiye’nin yalnızlığını azaltmış olmasındadır. Çünkü Suriye’deki gelişmelere ilgi gösteren Batılı aktörlerin bir bölümü, ön plana çıkmaktan kaçınmanın yolunu şu veya bu şekilde bulmuşlar ve bu işi Türkiye’ye havale etmişlerdi. Bunun sonucunda kestaneleri közlerin arasından almaya çalışan tek ülke Türkiye imiş gibi görünüyordu. Arap Birliğinin bu kararı ile bu görüntü biraz dağılmıştır.
Suriye’de iç karışıklıkların başlamasından hemen sonra Türkiye, Mısır için yaptığı gibi, Suriye yönetimine de, halkın sesine kulak vererek demokrasi için gerekli reformları bir an önce yapmasını tavsiye etmiştir.
Suriye’deki iç dengelere yakından bakıldığı zaman şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır: Suriye yönetimi, nüfusun % 13 ünü teşkil eden Alevi tabana dayanmaktadır. Nüfusun % 10 u Hıristiyan, % 3 ü Dürzî’dir. Geri kalan % 74 ise Sünni’dir. 1982 yılında baba Hafız Esad zamanında, Müslüman Kardeşler örgütünü bastırmak amacıyla Hama katliamının yapıldığı tarihte ben Suriye’de görevli idim. Rejimin Hama kentinde yaptığı tahribata ve vahşete bizzat tanık oldum. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen o tahribatı, bir yabancı olarak ben hala unutmadığıma göre yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden Hama halkının ve Suriye’nin Sünni kesiminin de unutmadığını tahmin ediyorum. Bu nedenle Beşar Esad Türkiye’nin tavsiyelerine uyarak demokratik reformları yaparsa, seçimlerden sonra ortaya çıkması kuvvetle muhtemel olan Sünni ağırlıklı bir hükumetin Hama olaylarının ve şu sıralarda yapılmakta olan katliamın hesabını sormasından endişe etmektedir.
Bu nedenle Türkiye’nin gerekli tavsiyeleri yapması doğru olmakla birlikte bu tavsiyeleri yerine getirmenin de Beşar Esad için zor bir karar olduğunu; kendi canını düşünerek bu tavsiyeleri yerine getirmemek için bahaneler üretme yoluna sapabileceğini hesaba katmamız gerekir.
Ayrıca Beşar Esad’ın kendisi reformları gerçekleştirmeye eğilimli olsa dahi, etrafındaki baba Hafız Esad zamanından kalma Baasçıların Beşar’ı demokratik reformlar yapmaktan alıkoymak için ellerinden geleni yapmakta olduğunu farz edebiliriz.
Nitekim Suriye Türkiye’nin tavsiyelerini reddetmemiş gibi davranmış, fakat yerine getirmesinin zorluklarını Türkiye’ye anlatmaya çalışmış, ancak yapmayı vaad ettiklerini dahi yerine getirmemiştir. Ayni isteksiz tutumu Arap Planının uygulanması konusunda da sergilemiştir.
Türkiye Suriye’ye bu tavsiyeleri iletmemiş olsa idi, dost bir ülkeyi vakitlice uyarmak görevini yerine getirmemiş duruma düşecekti. Başka bir deyişle bu tavsiyelerin iletilmesi gerekli idi ve Türkiye doğru olanı yapmıştır. Ancak Türkiye’nin Suriye’deki iç dengelerin bu arka planını göz önünde bulundurup, yapacağı tavsiyeleri yerine getirmekten Suriye’nin sarfı nazar edebileceğini hesaba katması ve bu tavsiyeleri, kamuoyuyla fazla paylaşmaksızın sessiz diplomasi yöntemleri ile yürütmesi daha isabetli olurdu. Böylelikle, Suriye’nin Türkiye’den gelen tavsiyeleri kulak ardı ettiği yolundaki izleniminin doğması önlenebilirdi. Arap Planını kulak ardı etmesi bir sorun teşkil etmezken Türkiye’nin tavsiyelerini kulak ardı etmesini neden bu kadar önemsediğim sorusu akla gelebilir. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkileri ile Arap âlemiyle ilişkilerini ayni parametrelerle değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü, her şeyden önce, Arap Birliğinin Suriye’yi bu davranışı nedeniyle cezalandırmak için alacağı karar Arap âleminin kolektif bir kararı olacaktır. Türkiye böyle bir yola tevessül edecek olursa bu karar sadece Türkiye’nin aldığı bir karar olacaktır. İkinci olarak da Suriye’de Türkiye hakkında çok derinlere inen olumsuz ön yargılar mevcut olduğu halde öteki Arap ülkelerine karşı böyle bir olumsuz ön yargı yok denecek kadar azdır.
Bu makalenin kaleme alındığı 2011 Aralık ayı sonları itibariyle Suriye’deki çatışmalarda ölü sayısının 5 000 i aştığı söylenmektedir. Olayların bugün gelmiş olduğu aşamada, Beşar Esad’ın tutunmasının gittikçe zorlaştığı görünmektedir. Türkiye bu denklemde doğru tarafta yer alarak Suriye halkının büyük çoğunluğunun beklentilerini desteklemektedir. Fakat burada bir duyarlı noktaya da işaret etmek gerekir: Türkiye, tüm yumurtalarını Esad rejiminin kısa süre içinde çökeceği varsayımına dayanan sepete koymuş görünmektedir. Bu varsayım doğru da çıkabilir. Ancak uluslararası ilişkilerde, zorunlu olmadıkça, tüm yumurtaları ayni sepete koyma politikasından imkân ölçüsünde uzak durmak daha ihtiyatlı bir davranış olur. Çünkü uluslararası ilişkiler iç politika gibi değildir. İç politikada, güçlü bir hükümet tüm olayları kendi kontrolünde yürütebilir. Fakat uluslararası ilişkilerde aktör sayısı çoktur. Hangi aktörün, ne zaman, hangi beklenmedik çıkışla senaryonun verilerini değiştireceği önceden kestirilemez. Esad’ın gidici olması büyük bir ihtimaldir, ancak bu bir deprem tahminine benzer. Rejimin çökmesi 3 gün sonra da gerçekleşebilir, 13 yıl sonra da. Bu gelişme sürüncemeye girerse Türkiye-Suriye ilişkileri uzunca süre bundan zarar görecektir. Eğer söz konusu olan, Suriye ile dünyanın öbür ucundaki bir ülke arasındaki ilişkiler olsa idi, bu ilişkilerin uzunca süre gergin kalmasının taraflara zararı o kadar büyük olmazdı. Fakat Türkiye ve Suriye gibi yoğun ilişkileri bulunan iki ülke söz konusu olunca bu ilişkilerin uzunca süre gergin kalması her iki ülkeye de zarar verecektir. Buna bir de Suriye’nin başka devletleri rahatsız eden eylemlere bulaşma konusundaki kötü sicilini de eklememiz gerekir. Suriye’nin bu tür eylemleri gerçekleştirmeye muktedir bir alt-yapısı da maalesef mevcuttur.
Bu yılın Nisan ayında Suriye Türkiye’yi rahatsız edecek bir adımı atmış ve Suriye’de örgütlü bir Kürt hareketi olan Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin lideri Muhammed Salih Muslim’in Suriye’ye dönmesine izin vermiştir. Muslim sadece Suriye’ye dönmekle kalmamış, Esad rejimi tarafından oluşturulan ve “Muhalefet cephesi” adı verilen göstermelik muhalefet hareketine katılmış ve derhal Başkan yardımcılığına getirilmiştir. Suriye rejimi ayrıca 2011 ders yılının başlangıcından itibaren Kuzey Doğu Suriye’de Kürtçe eğitim yapan 12 okul açmış, okul binasına Kürt bayrağı çekilmesine ve Kürt milli marşının söylenmesine izin vermiştir. PYD adlı bu Kürt partisi, “vatandaş komiteleri” kurmak için yerel seçimler yapmaya da başlamıştır. 2011 Ekim ayında “Batı Kürdistan (Suriye Kürdistan’ı) Konseyi” adıyla bir organ oluşturulmuştur. Bu tür eylemler, bir yıl öncesinde, hapis cezası gerektiren eylem sayılıyordu. Beşar Esad bunu kendi ülkesindeki Kürtlerin haklarını vermekte olduğu izlenimi yaratmak için yapmaktadır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmayı da hedeflemekte, Türkiye’ye karşı elinde bir Kürt kartı bulunduğu mesajını iletmektedir. Esad rejimi çökerse, PYD’nin Kamışlı dolaylarında bir Otonom Kürt Bölgesi ilan etmesi için artık ciddi bir engel kalmamış olacaktır. Rejim çökmezse Esad, göstermelik olarak başlattığı bu Kürt hareketini en acımasız biçimde bastırarak dağıtabilir. Büyük bir kısmına vatandaşlık hakkı dahi vermediği için şu sırada kimliksiz yaşayan Suriye Kürtlerine karşı böyle acımasız bir harekât gerçekleştirmek Suriye rejimi için imkânsız değildir. Ülke nüfusunun % 74 ünü teşkil eden Sünnileri acımasız bir şekilde tenkil eden Suriye rejiminin, nüfusun % 8,5 unu teşkil eden Kürtlere karşı bunu yapamayacağını düşünmek fazla iyimserlik olur.
Suriye’nin Kamışlı kenti ile Türkiye’nin Nusaybin kenti, adeta bir kentin iç içe geçmiş iki mahallesi gibidir. Bu nedenle, Kamışlı dolaylarında bir otonom Kürt bölgesi kurulması, ileride, Türkiye’nin bölücü PKK örgütü ile mücadelesini daha da zorlaştıracaktır. Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiği zaman Suriye ile ilişkilerimizin ne kadar karmaşık ve duyarlı olduğu görülecektir.
Rejimin doğru olduğunu zannederek yaptığı her hareket onu, geri dönülmesi daha zor bir noktaya doğru sürüklemektedir Bu nedenle temennimiz Suriye rejiminin şu anda izlemekte olduğu politikanın çıkar yol olmadığının idrakine bir an önce varması ve zararın neresinden dönülse kârdır yaklaşımıyla, en kısa zamanda bu yoldan geri dönme basiretini göstermesidir. Bu basireti gösteremezse bundan en büyük zararı Beşar Esad ve etrafındakiler, sonra da Suriye halkı görecektir. Ama Türkiye de büyük zarar görecektir.
Suriye ile ilgili denklemin bir ucunda da İran faktörü yatmaktadır. Irak’ın etnik ve mezhepsel olarak fiilen üç bölgeye ayrılmış olması ve Güney Irak’ın Şii ağırlıklı bir bölge haline gelmesi İran’ın nüfuzunun Suriye sınırına kadar uzanması sonucunu getirmiştir. Öte yandan Lübnan’da da en etkili siyasi oluşumlardan biri İran tarafından desteklenen Şii tabanlı Hizbullah’tır. Dolayısıyla İran nüfuzunun Akdeniz’e kadar uzanması için eksik kalan halka Suriye’dir. Bu nedenle Alevi tabana dayanan bir yönetimin Suriye’de iktidarda kalması İran için önemli bir dış politika hedefidir. İran bu bağlamda Beşar rejiminin ayakta kalması için elinden gelen her çabayı gösterecektir. İran’ın bu politikası kendisini Türkiye ile karşı karşıya getirmektedir. Bazı basın organlarında Türkiye Suriye’ye askeri müdahalede bulunursa İran’ın Türkiye’yi bombalayacağı yolunda yorumlar yayımlanmaktadır. Böyle bir gelişmenin varit olması ihtimali uzak olduğu için bu yorumların üzerinde durmaya gerek yoktur. Ancak, Türkiye-İran ilişkilerinin Suriye’deki gelişmelerden olumsuz olarak etkileneceği kesin gibidir.
Arap Baharı Türkiye’yi nasıl etkilemiştir?
Arap Baharının Türkiye’ye etkisini kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki açıdan değerlendirmek gerekir.
Kısa vadede Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle yürütmeye çalıştığı bölgeye istikrar getirme politikası kesintiye uğramış olmaktadır. Ülkeden ülkeye derecesi farklı olmakla birlikte bölgeye istikrarın ne zaman geleceği belirsizdir. Bu belirsizlik, Arap Baharından etkilenmiş yukarıda incelediğimiz ülkeler dışındaki bölge ülkeleri için de geçerlidir. Cezayir, Fas, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde de benzer gelişmelerin ortaya çıkması halinde mevcut belirsizlik daha geniş bir coğrafyaya yayılmış olacaktır.
Kısa vadedeki etkilerin bir başka yönü de ekonomik ilişkileri ilgilendirmektedir. Türkiye bölge ülkeleriyle siyasi ilişkilerinde yaptığı atılımlarla ekonomik ilişkilerin de daha büyük bir hızla gelişmesi için çok elverişli bir zemin hazırlamıştı. Ekonomik ilişkilerimizde okun ucunun yukarıya doğru dönük olduğu bir dönemde Suriye, Mısır ve Libya gibi ülkelerin belirsizlik içine düşmeleri o olumlu gelişmeyi de aksatmıştır. Her ülke ile ilgili gelişmeler birbirinden farklı olacaktır. Ancak bu ülkelerde batılı tarzda demokrasilerin yerleşmesinin uzun zaman alacağı kesindir. Türkiye’nin bu yola hangi tarihte çıktığı, ne tür badirelerden geçtiği ve buna rağmen temel hak ve özgürlükler konusunda halen yapacağı işlerin ne kadar çok olduğu hatırlanacak olursa Arap ülkelerinin önündeki yolun ne kadar uzun olduğu daha kolay anlaşılır. Şimdikilerden başka Arap ülkelerinde de rejim değişiklikleri olursa bu süreç daha da uzayacaktır.
Arap Baharının uzun vadeli etkilerine gelince, bu gelişme Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri üzerinde olumlu etki yapacaktır. Çünkü demokrasi bir istikrar unsurudur. Halk yaşamsal çıkarları tehlikeye düşmediği sürece savaş istemez. Onun için hesap verilebilirliğin geçerli olduğu ülkelerde, yöneticiler gereksiz savaşlardan daha fazla kaçınırlar. Hesap verilebilirliğin geçerli olmadığı ülkelerde ise, liderin veya bir avuç üst yöneticinin çıkarları veya kaprisleri uğruna veyahut da yanlış hesap yapmaları nedeniyle savaş kararı alınabilmektedir. Bu nedenle bölgede demokrasi ne kadar yaygınlaşırsa istikrar da o ölçüde yaygınlaşacaktır.
Uzun vadeli etkilerden biri de Türkiye’de halkın ve devletin dinle barışık hale gelmesi için kaydedilen mesafe ile ilgilidir. Dinlerine bağlı liderlerin ülkeyi şeriat yönetimine götürebilecekleri yolundaki endişelerin zaman içinde dağılması ve dinin umacı olarak görülmekten çıkmaya başlaması Türkiye’nin önemli bir kazanımıdır. Dindar olmayanların dindarları, dindarların da dindar olmayanları toplumsal yaşamın bir gerçeği olarak görmeye ve onu kabullenmeye başlamalarıyla, ortada bir yerde buluşmaları istikametinde bir gelişme ortaya çıkmıştır. Şimdi görüyoruz ki, Tunus’taki seçimleri kazanan Nahda partisinin lideri Gannuşi de, kadınların başı açık gezmelerine karışmayacakları, lokantalarda alkol tüketimini yasaklamayacakları yönünde açıklamalar yapmıştır. Mısır’daki siyasi birikimin de benzer toleransı gösterecek olgunlukta olduğunu o ülkedeki gözlemlerimden biliyorum. Gerçi Libya’da Kaddafi karşıtı cephenin liderlerinden Mustafa Celil, Libya’da hiçbir yasanın şeriata aykırı olmayacağı yolunda beyanlarda bulunmuştur. Ancak bu tutumun zaman içinde nasıl bir evrim göstereceğini gelecekte göreceğiz. Karşılıklı hoşgörü ortamı zamanla kök salarsa, bu gelişme de bölge ülkelerini birbirlerine ve Türkiye’ye yaklaştıracak ek bir ortak payda olacaktır.
Bir çelişki gibi görünecektir ama Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmesi, onun Avrupa Birliğine katılım sürecini de olumlu olarak ekleyecektir. Çünkü Avrupa Birliği, bölge ülkeleri nezdinde itibarı olan bir Türkiye’yi daha fazla ciddiye alacaktır.
Türkiye’nin Arap Baharı Karşısındaki tutumu nedir?
Türkiye hangi Arap ülkesiyle ilgili olursa olsun, bu süreç içinde halktan ve demokrasiden yana tutum sergilemiştir. Hatta bunu, kısa vadede Türkiye’nin çıkarlarının zarar görmesi riskini de göze alarak yapmıştır. Bunu yaparken eski rejimin liderleri ile Türkiye’nin liderleri arasındaki şahsı dostluklar hiçbir zaman caydırıcı rol oynamamıştır. Çünkü en kalıcı rejimler halkın güvenine mazhar olacak rejimlerdir. Liderler geçici, halk ise kalıcıdır. Er geç halkın iradesi ağır bastığı zaman o halk Türkiye’nin doğru iş yaptığını mutlaka anlayacaktır. Öte yandan Türkiye, bir Arap ülkesindeki gelişmeler için bir ölçüt kullanırken başka bir Arap ülkesinde farklı bir ölçüt kullanmaktan kaçınmıştır. Bu da Türkiye’nin uluslararası alandaki güvenilirliğini güçlendiren bir unsurdur.
Türkiye bundan sonra ne yapmalıdır
Bizim okullarımızda öğretilenlerden farklı olarak Orta Doğu ülkelerinin büyük bir çoğunluğunun okul kitaplarında, Osmanlı dönemi o ülkenin tarihindeki en karanlık dönem olarak anlatılmaktadır. Benim çeşitli Orta Doğu ülkelerinde görev yaptığım dönemlerde söz konusu okul müfredatlarının düzeltilmesi yolunda yaptığımız girişimler, böyle bir değişiklik için koşulların henüz olgunlaşmadığını ortaya koymuştu. Kuşaklar boyunca zihinlere kazınan bu izlenimi kısa sürede silmek mümkün değildir.
Türkiye’nin uluslararası arenada yaptığı bazı çıkışlar Orta Doğu ülkelerindeki özellikle gençleri olumlu şekilde etkilediği için zaman zaman Arap sokaklarında liderlerimiz lehine gösterilere rastlanmaktadır. Türkiye’nin bu gösterilere bakarak dış politika belirlemesi ihtiyatsızlık olur. Çünkü biraz eşelendiği zaman altta, okullarda öğretilen o Osmanlı karşıtı düşünceler kolaylıkla satha çıkabilmektedir. Ayrıca Arap Baharının tozları konduktan sonra da uzun süre Arap ülkeleri sokaklardaki gençlerin sesiyle değil, yönetimi ele geçirmiş oligarşiler tarafından yönetilmeye devam edecektir.
Sosyal bilimlerde “Siz bir olayı nasıl algılıyorsanız, sizin için gerçek odur” diye bir kural vardır. Bu kural diplomasi alanında daha fazla geçerlidir. Bir ülkenin dış politikasının gerçekte nasıl olduğu değil, o politikanın başka ülkeler tarafından nasıl algılandığı önemlidir. Türkiye’nin politikası bir ülke tarafından tehdit olarak algılanıyorsa, Türkiye’nin böyle bir tehdit amacı gütmediğini söylemesi yeterli değildir. O ülke Türkiye’yi tehdit olarak algılıyorsa, ona göre önlemlerini alacaktır. Bir bakıma bu onun hakkıdır da. Türkiye’nin dış politikası yeni Osmanlıcılık olmadığı halde, makul olan veya olmayan nedenlerle bu politika yeni Osmanlıcılık olarak algılanıyorsa, bu politika özellikle Orta Doğu ülkelerini Türkiye’ye karşı mesafeli durmaya sevk edecektir. Bu nedenle, Türk yetkililerin, dış politika konusunda beyanda bulunurlarken Orta Doğu ülkelerinin hassasiyetlerinin korunmasına azami özeni göstermeleri gerekmektedir. Söylediklerimizin doğru olması yetmez. Bu söylediklerimizin öteki ülkeler tarafından doğru algılanması ve hiçbir surette istismar edilemeyecek beyanlar olması da gerekir.
Türkiye’de Arap ülkeleri hakkındaki bilgiler, çoğu zaman eksik, yanlış ve yanıltıcıdır. Bu durum kısmen Arapların Türkleri sırtlarından bıçakladıkları yolundaki inanıştan kaynaklanmaktadır. Arapların 1916 yılında Osmanlıya başkaldırmalarını onların milliyetçi cereyanlarının doğal sonucu olduğunu Türkiye’de pek az entelektüel kabullenir. Türkiye Orta Doğu’ya yönelik yanlış politikasını düzeltmek için 1960 lardan itibaren bazı çekingen adımlar atmıştır. Fakat halen Arap âlemini en az tanıyan ülkelerden biri Türkiye’dir. 400 yıl süreyle Osmanlı Devletinin bünyesinde o ülkelerle birlikte yaşamış olan Türkiye. Graham Fuller adında eski bir CIA analisti bir makalesinde “Türk Hariciyesi Arapça bilen uzman yetiştirmemiş olmakla adeta övünür” diye yazar. Bu ihmalin telafisi için bugün yola çıksak, Arap ülkelerini bizden daha iyi tanıyan ülkelerin düzeyine ulaşabilmek için en az 15-20 yıllık bir süreye ihtiyacımız var. Çünkü hem Arapça bilen, hem diplomasi deneyimi kazanmış, hem de müktesebatı, üst düzey görev almaya elverişli eleman yetiştirmek doğal olarak 15-20 yıl sürmektedir.
Sadece diplomasimiz değil, Üniversitelerimizde Arap etütleri kürsüsü veya bölümü ancak yeni yeni kurulmaya başlamaktadır. Düşünce kuruluşlarımızın Arap ülkeleri hakkında yaptıkları incelemeler ve yayımladıkları raporlar henüz öteki ülkelerdeki muadilleriyle rekabet edebilecek düzeyde değildir. Bir bakıma Türkiye Arap ülkelerini halen Batı ülkeleri aracılığıyla öğrenmeye çalışmaktadır. Bu eksiği kapatmanın yollarından biri Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki kültürel ilişkiler geliştirmek, Üniversiteler ve düşünce kuruluşları arasında öğrenci, öğretim görevlisi ve araştırmacı teatisini teşvik etmektir.
Milyonlarca vatandaşımızın ana dilinin Arapça olduğu Türkiye’de Türkçe ile Arapça arasında simültane tercüme yapacak eleman bulmakta güçlük çektiğimiz için yakın zamanlara kadar bu tercümeleri röle yöntemiyle Fransızca veya İngilizce üzerinden yapıyorduk.
İş çevrelerimizin Arap ülkelerine açılım yapmak için ne ölçüde donanımlı olduklarını bilmiyorum. Ancak onların, mevcut potansiyeli daha çabuk harekete geçirme yetenekleri vardır. Arap Baharı ülkelerinde belirsizlikler devam etmekle birlikte, bu ülkelerin ekonomik çarklarının er veya geç dönmeye başlaması gerekecektir. Türk hükümeti bu ülkelerin ekonomik gelişmesine, kendi iş adamları aracılığıyla katkıda bulunmak için her türlü çabayı gösterecektir. Hükümetin yapacağı bu girişimlerden bağımsız olarak iş adamlarımızın da bu ülkelerdeki gelişmeleri yakından izlediklerini farz ediyorum. Fakat ne hükümetin çabası iş adamlarımızın çabalarının yerine geçebilir, ne de iş adamlarımızın çabaları hükümetin çabasının yerine. Bunlar birbirini tamamlayan ayrı tür çabalardır.
Fırsatları değerlendirebilmek için arazide bulunmanın önemi iş adamlarımız tarafından gayet iyi bilinmektedir. O ülkelerde istikrar sağlanıncaya kadar varlık göstermek, gelişmeleri mahallinden izlemek en sağlam yoldur. Batı ülkelerinin gazetelerinden iktibas edilen haberlerle bir ülkedeki gelişmeleri izlemek bir Türk iş adamının kendi gözüyle yaptığı gözlemin yerini tutamaz. Eğer bir ülkedeki durum bir şirketimizin veya iş adamamızın o ülkede bizzat bulunmasına elverişli değilse yerel bir temsilci ile gelişmeleri izlemek de bir yol olabilir.
Geleceğin Arap dünyası muhtemelen halkın serbest seçimlerle iş başına getireceği ve daha hesap verici rejimlere doğru bir evrim içinde olacaktır. Ancak eski keyfiliklerin kısa süre içinde tamamen ortadan kalkmasını beklemek gerçekçi değildir. Arap toplumu yine eski toplumdur. O topluma özgü geleneklerin ve alışkanlıkların şu veya bu tarzda devam edeceğini varsaymak ihtiyatlı bir davranış olur.
Sonuç
Orta Doğu zemini esasen kaygan bir zemin idi. Arap Baharı bu zemini daha da kaygan hale getirmiştir. Osmanlı mirası nedeniyle bu zemin Türkiye için öteki ülkelere nazaran daha da kaygandır. Türkiye’nin Orta Doğu’da yapacağı hata, hem tarihi miras nedeniyle hem de başka ülkeler bu hatayı mübalağa ederek kullanacakları için daha büyükmüş gibi görünür.
Arap Baharı Türkiye’ye fırsatlar sunmakta fakat riskler de içermektedir. Türkiye güçlü diplomasi geleneği, dinamik ekonomisi ve yetişmiş insan gücüyle bu riskleri fırsata dönüştürebilir.
Hem geçiş döneminde hem de sonrasında İş adamlarımız için Orta Doğu’da fırsatlar büyük olmaya devam edecektir. Bu fırsatları değerlendirmek için bilgisel ve verisel donanımımızı arttırmamız önem taşıyor. Bir de Libya’da, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ve Rusya’da bazı iş adamlarımızın kısa yoldan para kazanmak için geçmişte yarattıkları yanlış izlenimi silmenin ne kadar zor olduğunu iş dünyamız çok iyi bilmektedir. O hatalarımızdan ders alıp almadığımızı zaman gösterecektir.
—————————-
———

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.